Çağatay Yılmaz kısa öykü sınırlarını zorlayan öykülere kocaman hayatlar sığdırmış, olayları adeta adım adım ilerliyor, ince ayrıntılar her satırda kendini gösteriyor, okuru sıkmıyor, dikkatini canlı tutuyor.
Çağatay Yılmaz’ın ilk kitabı ‘Bizi Buraya Getiren Şeyler’ Notos Kitap tarafından geçen yılın son aylarında yayımlandı. Kitap on iki öyküden oluşuyor. Yazar çizginin ötesine geçmiş yaşamlar silsilesini kısa öykülerde bir araya toplamış. Yazı dili kendine has üslubunu her öykünün ayrıntısında okura gösteriyor.
Yılmaz’ın yazıyla ilişkisini, öykülerinde en çok kendini gösteren tarzını, yazarın imzası niteliğini taşıyan öykülerden biri ‘O Sese Aldanıp Gelenler’ öyküsü. Henüz okumaya başlarken bir okur olarak beni öykünün bir parçası haline getirdi. Adını bilmediğimiz anlatıcı Hektor adlı köpeğiyle şehrin gürültüsünden uzak bir dağ evinde yeni bir hayat kurmaya çalışıyor. Belli ki geride bıraktığı yaşamdan uzaklaşıyor, yeni bir yerde, herkesten uzakta kendine bir alan yaratma derdinde. Satın aldığı evi yaşanılacak hale getiriyor ama daha yolun başında ufak tefek tersliklerle karşılaşıyor. Yakmaya çalıştığı soba tütüyor, evin içi duman doluyor. Bacayı temizlemeye girişiyor, bacada çok önceden ölen bir kuşun geride kalan iskeletine rastlıyor. Hafif bir rüzgârda kuştan geriye kalan kırıntılar da uçuşup gidiyor. Adeta anlatıcının kurmaya çalıştığı hayatın bir özeti gibi. Gerek yanından geçip giden motorun sepetinde oturan kadının bakışları, gerek bacada karşılaştığı ‘sönmüş (bir) yuva’ öykünün ana metaforu olarak kendini ilk sayfalarda gösteriyor ve yazarın izlediği yolda okur da peşinden sürükleniyor. Bu önemli ayrıntı, sonrası için okurunun merakını diri tutuyor. “Şömine ateşi evin duvarlarında ışığıyla, gölgesiyle geziniyor. Hayata anlam veren kıpırtıların yansımaları bu, ev soluk alıp veriyor sanki.” Yeni hayatına ilk bu sözlerle anlam katıyor anlatıcı, sonrasında neden orada olduğunun peşine düşüyoruz, uzaklaştığı şey ne, onu oraya getiren şeyler? ‘O Sese Aldanıp Gelenler’ kitabın adıyla müsemma bir öykü.
Komşusuyla iletişime geçtiği an öykü anlatıcısının karşılaştığı olaylar çözümlenmeye başlıyor. Öncesinde karısını aldatan ve yakalanan bir adamın terk ettiği, sönmüş yuvaya, karısı tarafından aldatılan ve hayatını geride bırakıp yerleşmeye gelen adamın hikâyesi. Anlatıcı da komşu kadın da içinde kayboldukları benzer yaşamların geçmişte kalan kısımlarını unutmak istiyor ama eskinin üzerine yenisini kurabilecekler mi? Okurun aklında kalan, öykünün sonunda bile cevabını bulamayan bir soru öykü boyunca zihni meşgul ediyor. Bir yerde paralel akan hayatların kesiştiği sönmüş bir yuva. Çatıyı onarırken anlatıcının ayağının sıkışması, içine düştüğü çaresizlik, korku, kimsesizlik bir yerde tekerlekli sandalyeye mahkûm kadının durumuna düşme hali. Geçmiş, anlatıcıyı sürekli tedirgin eden bir katil gibi peşinde. Doğanın içinde kurmaya çalıştığı yaşam da onu içine almakta direniyor, öncesinde yaşadıkları küçük ip uçlarıyla yeni yaşamına sızıyor. Anlatıcının yeni mekâna dair bir aidiyeti oluşmuyor, yaşamdaki çelişkileri ve aynı zamanda benzerliklerin insan üzerinde yarattığı tahribat sayfalar ilerledikçe görünür oluyor. Mekânın değişimi, anlatıcının aidiyet duygusunda yarattığı etkiler ve kişilik üzerinde yeni bir bakışın hem okurda hem ana karakterde ortaya çıkmasını sağlıyor. Anlatıcı bir yerde Hektor’a benzetiyor kendini. Yalnızlığının aktığı noktada aidiyet duygusunu yeni evde yeniden var olma çabasıyla çoğaltıyor.
İhanete uğrayan bir kadın, bir erkek ve sonrasında alt üst olan hayatlar, değişim, yeni kurulan yaşamlar ve eşyayla, hayvanla paylaşılan yalnızlıklar. Çağatay Yılmaz kısa öykü sınırlarını zorlayan öykülere kocaman hayatlar sığdırmış, olayları adeta adım adım ilerliyor, ince ayrıntılar her satırda kendini gösteriyor, okuru sıkmıyor, dikkatini canlı tutuyor.
Özellikle pandemiyle yalnızlığın doruk noktasına çıktığı yeni yaşam tarzlarında bireysel öyküler daha çok yazılıyor, okunuyor. Değişim en çok hayatın rölantiye alındığı pandemi günlerinde yaşanıyor, zor dönemlerden geçiyoruz ve bu da yazıya, ister istemez yazdıklarımıza siniyor. Değişimin böylesine hızlı olduğu günümüz dünyasında klasiklerin tadı biraz kekremsi bir hal almaya başladı. Çok sayıda kitabın yayımlandığı günümüzde ister istemez hayatlar da çok hızlı değişiyor. Her kapanmada insanların köylerine, yazlıklarına, bahçeli, ayaklarının toprağa değeceği alanlara kaçışı, şehrin, beton bloklar arasına sığıştırdığı insanları yeterince mutlu etmediğinin bir kanıtı. Dolayısıyla son dönemde yazılan öykülerin merkezinde bireyselleşme yatıyor. Büyükşehirlerin gecekonduları beton bloklara dönüştükçe insanların yalnızlığı, bireysel yaşamları mutsuzluk nedenleri oluyor. Hayvanlar ve doğa daha çok değer kazanıyor. Birçok insan kedisi, köpeği ya da balkonunda yetiştirmeye çalıştığı çiçekleriyle sosyal medyada var olmaya, sosyalleşmeye çalışıyor ama bu gerçek bir yaşamın karşılığı değil.
Son dönem yayımlanan kitaplardaki hüzün Çağatay Yılmaz’ın öykülerinde de belirgin bir hal alıyor. Bu da yaşadığımız hayatların sonucu diye düşünüyorum. Hızla mutsuzluğa evirilen bir toplumun en çok ihtiyaç duyduğu şey belki de okuma aralarında atacağı kahkahalar ama öyle olmuyor, bazen bir parça ironi bile bizi mutlu etmeye yetiyor ama hüzün yaşamlarımızı ele geçirmiş. Gene de her şeye rağmen bizi bize anlatan öykülerin satır aralarında nefes alıyoruz. İçinde bulunduğumuz durumdan uzaklaşıyoruz ve okumalarımız geleceğe daha umutlu bakmamızı sağlıyor.
Warning: Trying to access array offset on value of type bool in /home/notoskitap/public_html/wp-content/plugins/nm-custom-code/includes/post-social-share.php on line 16
Sedat Sezgin, Edebiyat Haber, 6 Kasım 2019 “Gökler insancıl değil, ne üstümdeki ne altımdaki ne de içimdeki yaşam öyle.” Çek yazar Bohumil Hrabal’ın Gürültülü Yalnızlık romanının kahramanı Hanta’nın ağzından dökülen bu söz akla doğal olarak “İnsancıl olan nedir?” sorusunu getirebilir. Gerçi yapıtta mesafe kat ederken vardığımız bu sayfada artık Hanta’nın bu konudaki görüşünü tamı tamına olmasa da ne demek …
Ömer Altan, K24, 7 Mayıs 2016 Balzac memleketlerin uyarıcı tüketimiyle sosyopolitik gerçeklikler arasında ironik bağıntılar kuruyor, araya yaşamından anekdotlar serperek hem kişisel, hem kurgusal, hem bilimsel hem de felsefî bir eğlence sunuyor. 1799-1850 yılları arasında yaşamış Fransız romancı ve oyun yazarı Honoré de Balzac, “Bana ne yediğini söyle, sana ne olduğunu söyleyeyim” sözünün sahibi meşhur gastronom …
Behçet Çelik, K24, 8 Haziran 2017 Bellatin’in başka hiçbir otobiyografiye benzemeyen, birbirini de andırmayan üç “otobiyografi”sini bir araya getirdiği Büyük Cam, edebiyat metinleri üzerine düşünmenin apayrı bir şey olduğunu da göstermeye çalışıyor… Edebî bir metin kaleme almış hemen herkese sorulmuştur yazdıklarının kurgu mu, gerçek mi olduğu. Soru aslında çok zaman yanıtını da içeriyordur; sorulmak istenen …
Şahin Torun, Star Kitap, 13 Şubat 2014 Türkçe’ye ilk kez çevrilen ve Turgenyev’in ilk romanı olarak bilinen Lüzumsuz Bir Adamın Günlüğü yazarın 19. yüzyıl Rus aydınının büyük illeti olarak dile getirdiği bir lüzumsuzluk içinde yaşayıp giden kahramanı Çalkaturin’in romanı. Rus edebiyat tarihi içerisinde kronolojik bir sıra ile bakıldığında Çalkaturin’i en azından yazınsal önceliğini dikkate alarak …
Yaşadığımız zor günleri yeniden sorgulamak
Kadir Işık, BirGün Kitap, 18 Haziran 2021
Çağatay Yılmaz kısa öykü sınırlarını zorlayan öykülere kocaman hayatlar sığdırmış, olayları adeta adım adım ilerliyor, ince ayrıntılar her satırda kendini gösteriyor, okuru sıkmıyor, dikkatini canlı tutuyor.
Çağatay Yılmaz’ın ilk kitabı ‘Bizi Buraya Getiren Şeyler’ Notos Kitap tarafından geçen yılın son aylarında yayımlandı. Kitap on iki öyküden oluşuyor. Yazar çizginin ötesine geçmiş yaşamlar silsilesini kısa öykülerde bir araya toplamış. Yazı dili kendine has üslubunu her öykünün ayrıntısında okura gösteriyor.
Yılmaz’ın yazıyla ilişkisini, öykülerinde en çok kendini gösteren tarzını, yazarın imzası niteliğini taşıyan öykülerden biri ‘O Sese Aldanıp Gelenler’ öyküsü. Henüz okumaya başlarken bir okur olarak beni öykünün bir parçası haline getirdi. Adını bilmediğimiz anlatıcı Hektor adlı köpeğiyle şehrin gürültüsünden uzak bir dağ evinde yeni bir hayat kurmaya çalışıyor. Belli ki geride bıraktığı yaşamdan uzaklaşıyor, yeni bir yerde, herkesten uzakta kendine bir alan yaratma derdinde. Satın aldığı evi yaşanılacak hale getiriyor ama daha yolun başında ufak tefek tersliklerle karşılaşıyor. Yakmaya çalıştığı soba tütüyor, evin içi duman doluyor. Bacayı temizlemeye girişiyor, bacada çok önceden ölen bir kuşun geride kalan iskeletine rastlıyor. Hafif bir rüzgârda kuştan geriye kalan kırıntılar da uçuşup gidiyor. Adeta anlatıcının kurmaya çalıştığı hayatın bir özeti gibi. Gerek yanından geçip giden motorun sepetinde oturan kadının bakışları, gerek bacada karşılaştığı ‘sönmüş (bir) yuva’ öykünün ana metaforu olarak kendini ilk sayfalarda gösteriyor ve yazarın izlediği yolda okur da peşinden sürükleniyor. Bu önemli ayrıntı, sonrası için okurunun merakını diri tutuyor. “Şömine ateşi evin duvarlarında ışığıyla, gölgesiyle geziniyor. Hayata anlam veren kıpırtıların yansımaları bu, ev soluk alıp veriyor sanki.” Yeni hayatına ilk bu sözlerle anlam katıyor anlatıcı, sonrasında neden orada olduğunun peşine düşüyoruz, uzaklaştığı şey ne, onu oraya getiren şeyler? ‘O Sese Aldanıp Gelenler’ kitabın adıyla müsemma bir öykü.
Komşusuyla iletişime geçtiği an öykü anlatıcısının karşılaştığı olaylar çözümlenmeye başlıyor. Öncesinde karısını aldatan ve yakalanan bir adamın terk ettiği, sönmüş yuvaya, karısı tarafından aldatılan ve hayatını geride bırakıp yerleşmeye gelen adamın hikâyesi. Anlatıcı da komşu kadın da içinde kayboldukları benzer yaşamların geçmişte kalan kısımlarını unutmak istiyor ama eskinin üzerine yenisini kurabilecekler mi? Okurun aklında kalan, öykünün sonunda bile cevabını bulamayan bir soru öykü boyunca zihni meşgul ediyor. Bir yerde paralel akan hayatların kesiştiği sönmüş bir yuva. Çatıyı onarırken anlatıcının ayağının sıkışması, içine düştüğü çaresizlik, korku, kimsesizlik bir yerde tekerlekli sandalyeye mahkûm kadının durumuna düşme hali. Geçmiş, anlatıcıyı sürekli tedirgin eden bir katil gibi peşinde. Doğanın içinde kurmaya çalıştığı yaşam da onu içine almakta direniyor, öncesinde yaşadıkları küçük ip uçlarıyla yeni yaşamına sızıyor. Anlatıcının yeni mekâna dair bir aidiyeti oluşmuyor, yaşamdaki çelişkileri ve aynı zamanda benzerliklerin insan üzerinde yarattığı tahribat sayfalar ilerledikçe görünür oluyor. Mekânın değişimi, anlatıcının aidiyet duygusunda yarattığı etkiler ve kişilik üzerinde yeni bir bakışın hem okurda hem ana karakterde ortaya çıkmasını sağlıyor. Anlatıcı bir yerde Hektor’a benzetiyor kendini. Yalnızlığının aktığı noktada aidiyet duygusunu yeni evde yeniden var olma çabasıyla çoğaltıyor.
İhanete uğrayan bir kadın, bir erkek ve sonrasında alt üst olan hayatlar, değişim, yeni kurulan yaşamlar ve eşyayla, hayvanla paylaşılan yalnızlıklar. Çağatay Yılmaz kısa öykü sınırlarını zorlayan öykülere kocaman hayatlar sığdırmış, olayları adeta adım adım ilerliyor, ince ayrıntılar her satırda kendini gösteriyor, okuru sıkmıyor, dikkatini canlı tutuyor.
Özellikle pandemiyle yalnızlığın doruk noktasına çıktığı yeni yaşam tarzlarında bireysel öyküler daha çok yazılıyor, okunuyor. Değişim en çok hayatın rölantiye alındığı pandemi günlerinde yaşanıyor, zor dönemlerden geçiyoruz ve bu da yazıya, ister istemez yazdıklarımıza siniyor. Değişimin böylesine hızlı olduğu günümüz dünyasında klasiklerin tadı biraz kekremsi bir hal almaya başladı. Çok sayıda kitabın yayımlandığı günümüzde ister istemez hayatlar da çok hızlı değişiyor. Her kapanmada insanların köylerine, yazlıklarına, bahçeli, ayaklarının toprağa değeceği alanlara kaçışı, şehrin, beton bloklar arasına sığıştırdığı insanları yeterince mutlu etmediğinin bir kanıtı. Dolayısıyla son dönemde yazılan öykülerin merkezinde bireyselleşme yatıyor. Büyükşehirlerin gecekonduları beton bloklara dönüştükçe insanların yalnızlığı, bireysel yaşamları mutsuzluk nedenleri oluyor. Hayvanlar ve doğa daha çok değer kazanıyor. Birçok insan kedisi, köpeği ya da balkonunda yetiştirmeye çalıştığı çiçekleriyle sosyal medyada var olmaya, sosyalleşmeye çalışıyor ama bu gerçek bir yaşamın karşılığı değil.
Son dönem yayımlanan kitaplardaki hüzün Çağatay Yılmaz’ın öykülerinde de belirgin bir hal alıyor. Bu da yaşadığımız hayatların sonucu diye düşünüyorum. Hızla mutsuzluğa evirilen bir toplumun en çok ihtiyaç duyduğu şey belki de okuma aralarında atacağı kahkahalar ama öyle olmuyor, bazen bir parça ironi bile bizi mutlu etmeye yetiyor ama hüzün yaşamlarımızı ele geçirmiş. Gene de her şeye rağmen bizi bize anlatan öykülerin satır aralarında nefes alıyoruz. İçinde bulunduğumuz durumdan uzaklaşıyoruz ve okumalarımız geleceğe daha umutlu bakmamızı sağlıyor.
Warning: Trying to access array offset on value of type bool in /home/notoskitap/public_html/wp-content/plugins/nm-custom-code/includes/post-social-share.php on line 16
İlgili Yazılar
Bohumil Hrabal’in “Gürültülü Yalnızlık” romanı ya da kitap tapıcısı
Sedat Sezgin, Edebiyat Haber, 6 Kasım 2019 “Gökler insancıl değil, ne üstümdeki ne altımdaki ne de içimdeki yaşam öyle.” Çek yazar Bohumil Hrabal’ın Gürültülü Yalnızlık romanının kahramanı Hanta’nın ağzından dökülen bu söz akla doğal olarak “İnsancıl olan nedir?” sorusunu getirebilir. Gerçi yapıtta mesafe kat ederken vardığımız bu sayfada artık Hanta’nın bu konudaki görüşünü tamı tamına olmasa da ne demek …
Modern çağ ve uyarıcıları
Ömer Altan, K24, 7 Mayıs 2016 Balzac memleketlerin uyarıcı tüketimiyle sosyopolitik gerçeklikler arasında ironik bağıntılar kuruyor, araya yaşamından anekdotlar serperek hem kişisel, hem kurgusal, hem bilimsel hem de felsefî bir eğlence sunuyor. 1799-1850 yılları arasında yaşamış Fransız romancı ve oyun yazarı Honoré de Balzac, “Bana ne yediğini söyle, sana ne olduğunu söyleyeyim” sözünün sahibi meşhur gastronom …
Mario Bellatin’in otobiyografileri: Kurgu mu, gerçek mi?
Behçet Çelik, K24, 8 Haziran 2017 Bellatin’in başka hiçbir otobiyografiye benzemeyen, birbirini de andırmayan üç “otobiyografi”sini bir araya getirdiği Büyük Cam, edebiyat metinleri üzerine düşünmenin apayrı bir şey olduğunu da göstermeye çalışıyor… Edebî bir metin kaleme almış hemen herkese sorulmuştur yazdıklarının kurgu mu, gerçek mi olduğu. Soru aslında çok zaman yanıtını da içeriyordur; sorulmak istenen …
Turgenyev’in lüzumsuz adamı: Çalkaturin, iyidir aslında…
Şahin Torun, Star Kitap, 13 Şubat 2014 Türkçe’ye ilk kez çevrilen ve Turgenyev’in ilk romanı olarak bilinen Lüzumsuz Bir Adamın Günlüğü yazarın 19. yüzyıl Rus aydınının büyük illeti olarak dile getirdiği bir lüzumsuzluk içinde yaşayıp giden kahramanı Çalkaturin’in romanı. Rus edebiyat tarihi içerisinde kronolojik bir sıra ile bakıldığında Çalkaturin’i en azından yazınsal önceliğini dikkate alarak …