“Kimsenin ilham perisi olmaya vaktim yoktu. Aileme isyan etmekle ve sanatçı olmayı öğrenmekle meşguldüm.” Böyle demiş Leonora Carrington ta 1983’te kendisiyle yapılan bir söyleşide. “Sürrealistlerin kadınları” üzerine yazılıp çizilen onca şeyden sonra iyi geliyor, değil mi? Hani o çocuk-kadın, güçlü cinsellik/zayıf benlik, varlığıyla ilham veren, rüyaları ve sanatı kışkırtan, yersiz yurtsuzluğuyla yeni bir yurdun bedenine dönüşen…
Whitney Chadwick, sürrealist hareketle ilişkilenmiş kadınların izini sürerken, durmadan tekrarlanan bir tema dikkatini çekmiş: “Tabii ben gerçek bir sürrealist sayılmazdım”! Sergilere katılmış, harika işler üretmiş de olsalar, kendilerini “gerçek sürrealist” olarak görmemişler. Gerçek sürrealistler, Breton’un merkezinde olduğu dar bir erkekler topluluğuymuş anlaşılan. Mesela Remedios Varo (kendi ülkesi İspanya dışında pek az tanınan, olağanüstü bir ressam) demiş ki, “Bazen sergilerine birkaç işle katıldığım oldu ama benim konumum, çekingen ve mütevazı bir dinleyicilikti. Ne yaşım ne de özgüvenim Paul Eluard, Benjamin Peret ya da Andre Breton’la karşılaşmaya yeterdi. Bu müthiş zeki ve yetenekli insanları ağzım açık dinlerdim. Onlarla birlikteydim çünkü belirli bir yakınlık hissediyordum.”
Sürrealizmi önceleyen Dadaizm akımı içinde mesela Hannah Höch gibi müthiş bir sanatçının varlığına karşın, akımın bir pisuvarla hatırlanması gibi, sürrealizmin de erimiş saatlerle bilinmesinde derin bir haksızlık yok mu? Dadaizmin dünyayla derdini anlatmanın en iyi yolu fotomontajdı bana kalırsa, Höch’ün Cut with a Kitchen Knife’ı bütün hikâyeyi anlatır. Ama pisuvar. Tabii. Sanat tarihinin akışını değiştiren o pisuvar.
Sürrealistlerin rüyalarıyla, erimiş saatlerle, genç kadınlara saldıran korkunç kuşlarla uğraşıp dururken, Frida Kahlo’nun bilinçdışından bahsetme tarzı dünyamı aydınlatmıştı. O kadar tumturaklı bir laf değildi, bilinçdışına uzanmak falan… Diyordu ki, “Rüyaları resmetmedim. Kendi gerçekliğimi resmettim.” Höch’ün dünyanın gerçekliğini kavrayışına benzer bir bam telini yakalama hali. Çok gerçek, çok somut, neyse o. Gerçekliğin çok boyutluluğu daha iyi anlatılabilir mi?
Leonora Carrington’un hikâyelerini okurken, Kahlo’nun kendi gerçekliğinden söz etmesini hatırladım (Leonora Carrington, Korku Evi, Yedinci At, çev. Begüm Kovulmaz, Notos Kitap, Ekim 2020). Daha ilk hikâyede, insan kendini bir Saki hikâyesine düşmüş hissediyor. Hizmetçinin yüzünü alıp kalanını yiyen sırtlanı o yazmış olabilirdi -bir yandan da hiç o değil. Tıpkı “gerçek bir sürrealist olmamak” gibi.
Saki hafiftir, çocukları yiyen su samurlarından bahsederken bile. Eğlencelidir. Mizahı keskindir ama okuru kesmez, yazarın durduğu yerde durup burjuva ailesini, mülkiyeti, yalan dolan dolu konuşmaları parçalamasını seyredersiniz. Carrington’da hafif hiçbir şey yok. Yazarın yanında durup onunla birlikte parçalanabilirsiniz. Eğlenceli bir tecrübe değil. O kendi gerçekliğini yazıyor çünkü, dünyaya bakıp gördüğünü değil. Tıpkı Kraliyet Davetiyesi hikâyesinin Harikalar Diyarı’nı Alice’in gözünden anlatması gibi. Hiç eğlenceli değil. Bütün iş gözde bitmiyor da ondan sanırım. Alice, Harikalar Diyarı’nı seyretmemişti, onun içine düşmüştü. Biz Lewis Carroll’un gözünden izlemiştik olup biteni. Carrington seyretmiyor, içine düşmüş, onu anlatıyor. Can havliyle. Kendi gerçeğini.
İşte bu yüzden, Leonora Carrington’un gerçeğini onun hikâyelerinde, resimlerinde buluyoruz. Zengin babası, kapatılıp resmen işkence gördüğü klinik, Nazilerin sevgilisini alıp götürmeleri ve onun düşmanlarla çevrili bir köyde bir başına kalması, gerçeğin bir düzeyi ve korkarım kadın sanatçılara yaptığımız en büyük kötülük, o düzeye fazla takılıp kadının bununla ne yaptığına dikkat kesilmemek. “Kahlo çektiği bedensel azaba rağmen resim yaptı ve bu azabı resimlerinde yansıttı”, “Plath çocuklarının sütünü başuçlarına koydu, kafasını fırına soktu”, “Carrington’a cardiazol verdiler”.
O sebeple, bir başka “o kadar da sürrealist olmayan” ressamın, Leonor Fini’nin yaptığı bir Leonora Carrington tablosuna bakalım isterim. Cardiazol’la değil de atlarla birleşsin imgesi.
Oğuz Tecimen, Radikal Kitap, 10 Nisan 2015 Modern sanatın üstadı Klee ile Romantik ruhun dâhi filozofu Novalis’in buluştuğu nadide bir pırlanta Sais Çırakları. Platonvari bir “şölen” ile karşı karşıyayız. Michael Löwy ve Robert Sayre, İsyan ve Melankoli kitabında Romantik fenomeni bir karşıtlıklar sistemine yerleştirir. Romantik fenomen, “Hem devrimci hem devrim karşıtıdır, hem bireyci hem toplumcudur, hem kozmopolitan …
Onur Uludoğan, Edebiyathaber, 10 Mart 2020 I 1957 Honduras doğumlu Horacio Castellanos Moya, 1960 yılında babasının ülkesi olan El Salvador’da yaşamaya başlar ve orada büyür. 1979 yılında üniversite eğitimi için Toronto’ya gider. Yaşamının devamını Kosta Rika ve Meksika’da sürdürür. Bu süreç 1991’e kadar devam eder. 1991’de El Salvador’a dönen Moya, yaşamını çeşitli dergilerde çalışarak ve …
Bürkem Cevher, Radikal Kitap, 10 Haziran 2016 ‘Modern Çağ Uyarıcıları Risalesi ve Z. Marcas’ okuru ziyadesiyle mutlu ediyor. Farklı üç türü barındırması ve bu üç türün nitelikli örneklerini sergilemesiyle dikkat çeken bir edebiyat şöleni. Notos Kitap’ın yayımladığı Honoré de Balzac’ın ‘Modern Çağ Uyarıcıları Risalesi ve Z. Marcas’ı, üç bölümden oluşan ve her bölümü ayrı bir …
Levent Cantek, Sabit Fikir, 20 Eylül 2016 Tom McCarthy’nin Tenten yorumu değerli, çünkü edebiyat eleştirisini temel alıyor. Romancılığıyla bildiğimiz Tom McCarthy’nin Tenten’le ilgili bir kitabı yayımlandı. Eksik söylemiş oldum, kitap sadece Tenten’i içermiyor; bir yandan çizgi romanın klişelerini, hikaye izleklerini ve değişimini anlatırken diğer yandan yazarın “Hergé üzerine yazarsam Freud, Derrida ve daha bir sürü insan üzerine …
Gerçeğin Üstü
Aksu Bora, Birikim, 5 Kasım 2020
“Kimsenin ilham perisi olmaya vaktim yoktu. Aileme isyan etmekle ve sanatçı olmayı öğrenmekle meşguldüm.” Böyle demiş Leonora Carrington ta 1983’te kendisiyle yapılan bir söyleşide. “Sürrealistlerin kadınları” üzerine yazılıp çizilen onca şeyden sonra iyi geliyor, değil mi? Hani o çocuk-kadın, güçlü cinsellik/zayıf benlik, varlığıyla ilham veren, rüyaları ve sanatı kışkırtan, yersiz yurtsuzluğuyla yeni bir yurdun bedenine dönüşen…
Whitney Chadwick, sürrealist hareketle ilişkilenmiş kadınların izini sürerken, durmadan tekrarlanan bir tema dikkatini çekmiş: “Tabii ben gerçek bir sürrealist sayılmazdım”! Sergilere katılmış, harika işler üretmiş de olsalar, kendilerini “gerçek sürrealist” olarak görmemişler. Gerçek sürrealistler, Breton’un merkezinde olduğu dar bir erkekler topluluğuymuş anlaşılan. Mesela Remedios Varo (kendi ülkesi İspanya dışında pek az tanınan, olağanüstü bir ressam) demiş ki, “Bazen sergilerine birkaç işle katıldığım oldu ama benim konumum, çekingen ve mütevazı bir dinleyicilikti. Ne yaşım ne de özgüvenim Paul Eluard, Benjamin Peret ya da Andre Breton’la karşılaşmaya yeterdi. Bu müthiş zeki ve yetenekli insanları ağzım açık dinlerdim. Onlarla birlikteydim çünkü belirli bir yakınlık hissediyordum.”
Sürrealizmi önceleyen Dadaizm akımı içinde mesela Hannah Höch gibi müthiş bir sanatçının varlığına karşın, akımın bir pisuvarla hatırlanması gibi, sürrealizmin de erimiş saatlerle bilinmesinde derin bir haksızlık yok mu? Dadaizmin dünyayla derdini anlatmanın en iyi yolu fotomontajdı bana kalırsa, Höch’ün Cut with a Kitchen Knife’ı bütün hikâyeyi anlatır. Ama pisuvar. Tabii. Sanat tarihinin akışını değiştiren o pisuvar.
Sürrealistlerin rüyalarıyla, erimiş saatlerle, genç kadınlara saldıran korkunç kuşlarla uğraşıp dururken, Frida Kahlo’nun bilinçdışından bahsetme tarzı dünyamı aydınlatmıştı. O kadar tumturaklı bir laf değildi, bilinçdışına uzanmak falan… Diyordu ki, “Rüyaları resmetmedim. Kendi gerçekliğimi resmettim.” Höch’ün dünyanın gerçekliğini kavrayışına benzer bir bam telini yakalama hali. Çok gerçek, çok somut, neyse o. Gerçekliğin çok boyutluluğu daha iyi anlatılabilir mi?
Leonora Carrington’un hikâyelerini okurken, Kahlo’nun kendi gerçekliğinden söz etmesini hatırladım (Leonora Carrington, Korku Evi, Yedinci At, çev. Begüm Kovulmaz, Notos Kitap, Ekim 2020). Daha ilk hikâyede, insan kendini bir Saki hikâyesine düşmüş hissediyor. Hizmetçinin yüzünü alıp kalanını yiyen sırtlanı o yazmış olabilirdi -bir yandan da hiç o değil. Tıpkı “gerçek bir sürrealist olmamak” gibi.
Saki hafiftir, çocukları yiyen su samurlarından bahsederken bile. Eğlencelidir. Mizahı keskindir ama okuru kesmez, yazarın durduğu yerde durup burjuva ailesini, mülkiyeti, yalan dolan dolu konuşmaları parçalamasını seyredersiniz. Carrington’da hafif hiçbir şey yok. Yazarın yanında durup onunla birlikte parçalanabilirsiniz. Eğlenceli bir tecrübe değil. O kendi gerçekliğini yazıyor çünkü, dünyaya bakıp gördüğünü değil. Tıpkı Kraliyet Davetiyesi hikâyesinin Harikalar Diyarı’nı Alice’in gözünden anlatması gibi. Hiç eğlenceli değil. Bütün iş gözde bitmiyor da ondan sanırım. Alice, Harikalar Diyarı’nı seyretmemişti, onun içine düşmüştü. Biz Lewis Carroll’un gözünden izlemiştik olup biteni. Carrington seyretmiyor, içine düşmüş, onu anlatıyor. Can havliyle. Kendi gerçeğini.
İşte bu yüzden, Leonora Carrington’un gerçeğini onun hikâyelerinde, resimlerinde buluyoruz. Zengin babası, kapatılıp resmen işkence gördüğü klinik, Nazilerin sevgilisini alıp götürmeleri ve onun düşmanlarla çevrili bir köyde bir başına kalması, gerçeğin bir düzeyi ve korkarım kadın sanatçılara yaptığımız en büyük kötülük, o düzeye fazla takılıp kadının bununla ne yaptığına dikkat kesilmemek. “Kahlo çektiği bedensel azaba rağmen resim yaptı ve bu azabı resimlerinde yansıttı”, “Plath çocuklarının sütünü başuçlarına koydu, kafasını fırına soktu”, “Carrington’a cardiazol verdiler”.
O sebeple, bir başka “o kadar da sürrealist olmayan” ressamın, Leonor Fini’nin yaptığı bir Leonora Carrington tablosuna bakalım isterim. Cardiazol’la değil de atlarla birleşsin imgesi.
İlgili Yazılar
Novalis’ten Klee’ye doğanın gizemli yolları
Oğuz Tecimen, Radikal Kitap, 10 Nisan 2015 Modern sanatın üstadı Klee ile Romantik ruhun dâhi filozofu Novalis’in buluştuğu nadide bir pırlanta Sais Çırakları. Platonvari bir “şölen” ile karşı karşıyayız. Michael Löwy ve Robert Sayre, İsyan ve Melankoli kitabında Romantik fenomeni bir karşıtlıklar sistemine yerleştirir. Romantik fenomen, “Hem devrimci hem devrim karşıtıdır, hem bireyci hem toplumcudur, hem kozmopolitan …
Her yazarın bu tür anlatıların üstesinden gelmesi zordur
Onur Uludoğan, Edebiyathaber, 10 Mart 2020 I 1957 Honduras doğumlu Horacio Castellanos Moya, 1960 yılında babasının ülkesi olan El Salvador’da yaşamaya başlar ve orada büyür. 1979 yılında üniversite eğitimi için Toronto’ya gider. Yaşamının devamını Kosta Rika ve Meksika’da sürdürür. Bu süreç 1991’e kadar devam eder. 1991’de El Salvador’a dönen Moya, yaşamını çeşitli dergilerde çalışarak ve …
Bir edebiyat şöleni
Bürkem Cevher, Radikal Kitap, 10 Haziran 2016 ‘Modern Çağ Uyarıcıları Risalesi ve Z. Marcas’ okuru ziyadesiyle mutlu ediyor. Farklı üç türü barındırması ve bu üç türün nitelikli örneklerini sergilemesiyle dikkat çeken bir edebiyat şöleni. Notos Kitap’ın yayımladığı Honoré de Balzac’ın ‘Modern Çağ Uyarıcıları Risalesi ve Z. Marcas’ı, üç bölümden oluşan ve her bölümü ayrı bir …
Tenten, tarihsiz bir edebiyat ülkesinde!
Levent Cantek, Sabit Fikir, 20 Eylül 2016 Tom McCarthy’nin Tenten yorumu değerli, çünkü edebiyat eleştirisini temel alıyor. Romancılığıyla bildiğimiz Tom McCarthy’nin Tenten’le ilgili bir kitabı yayımlandı. Eksik söylemiş oldum, kitap sadece Tenten’i içermiyor; bir yandan çizgi romanın klişelerini, hikaye izleklerini ve değişimini anlatırken diğer yandan yazarın “Hergé üzerine yazarsam Freud, Derrida ve daha bir sürü insan üzerine …