Çocuklar için, “Her şey yekparedir, her şey onlardan önce hatta ezelden beridir vardır. Karşılığında sevgi alabilmek için masum olduklarına dair miti yaşatmak zorundadırlar. Masum olmaları yetmez, bunu göstermeleri de gerekir.” Işıklar Ülkesi
Işıklar Ülkesi, Andrés Barba’nın Türkçeye çevirilen ilk eseri. Notos okuru iyi yazarlarla buluşturma geleneğini devam ettirerek Granta’nın İspanyolca yazan en iyi yirmi iki romancı arasında gösterdiği Andrés Barba’nın Işıklar Ülkesi isimli romanını Züleyha Yılmaz’ın özgün çevirisiyle geçtiğimiz ocak ayında (2021) yayımladı. Yazarın ilk romanı La hermana de Katia 2001’de, Torrente Ballester ödülünü kazanan Versiones de Teresa 2006’da, (2008’de filme uyarlandı), 2017’de Herralde Roman Ödülü’nü kazanan Işıklar Ülkesi ise yine 2017’de yayımlandı. Eser aynı zamanda Gregor von Rezzori Ödülü’ne de aday gösterildi. The Guardian tarafından 2017’nin en iyi kitaplarından biri seçilen Las monos pequenas (Küçük Eller, 2008) adlı romanıysa yine Notos tarafından yayına hazırlanıyor.
Öykü, 1993 yılında, genç bir sosyal hizmet görevlisinin yeni evlendiği eşi Maia ve onun kızı (yine Maia) ile birlikte, San Cristobal’e (karısının doğup büyüdüğü iki yüz bin nüfuslu, küçük şehir) gitmesiyle başlar. Genç adamın görevi, daha önce başarılı olduğu bir kooperatif projesinin benzerini yoksulluğun giderilmesi kapsamında şehrin yerli halkıyla (Enyee Topluluğu) birlikte gerçekleştirmektir. Genç adam şehre varmalarıyla birlikte yoksulluğun en sert yüzüyle karşılaşır. Bir yanda çamurlu, taşkın Ere Nehri, önüne çıkan her şeyi yeşiline katıp yok eden devasa orman ve yarı tropikal, bunaltıcı iklim. Bir yanda çalışmanın son derece güç olduğu aşırı sıcak ve nemli hava şartlarında bir şeyler yapabilmek için “artık kurallaşmış, kuşaktan kuşağa aktarılan, çarpık ve muazzam bir çözümsüzlüğü barındıran kasaba ikilemleriyle bir yerli gibi mücadele etmek” zorunda kalması. Sefalet öyle bunaltıcıdır ki, belediye başkanlarından biri şehrin durumunu “San Cristobal’in sorunu güzel bir manzaranın bir iki adım ötesinde hep sefalet olması,” şeklinde özetler.
“Küçük şehirlerin ortak bir özelliği varsa o da tahtakurularına benzemeleridir. Gücü elde tutmak için hep beraber aynı mekanizmaları üretirler, aynı kitaba uydurma ve ahbap çavuş ilişkileri, aynı dinamikler.” Işıklar Ülkesi
Doksanlı yıllarda, çay ve narenciye üretiminin patlama yapması, küçük üreticilerin de refahtan payını alması, San Cristobal’in ekonomisinin canlanması ve kısa sürede kendi orta sınıfını yaratması sonucunu doğurur. Kasisli yollarda spor arabalar belirir, bebek arabalarıyla çehresi değişen nehir kıyısında genç anneler yürüyüşler yapar. Çocuklarsa bu tablonun dekoratif nesneleridir. İnsanlar bir yandan refaha alışırken bir yandan da o zenginlik duygusuna öyle kapılırlar ki, yanı başlarındaki yoksulluk, dilenen, sokaklarda yaşayan küçücük çocuklar aynanın kör noktasını oluşturur, kimse onları görmek istemez.
San Cristobal’de bir süredir sıcağın, nemin, sefaletin, trafiğin, kısaca hayatın olağan akışının dışında şehri etkileyen başka bir şey vardır. Trafik ışıklarında, kenar köşelerde yabani orkide ve limon satan yerli çocukların arasına başka çocuklar da karışır, Enyee çocuklarına hiç benzemeyen ama dikkatle bakılmış olsa onlardan ayrılması mümkün olmayan çocuklar. Diğerleriyle aynı yüzlere, mimiklere sahip olduğunu görecek dikkatli gözler gereklidir. Genç sosyal hizmet görevlisi, bu çocukların bakışlarındaki üstten tavrın, yalnızca kaybedeceği hiçbir şeyi olmayanlara özgü, rahat ve güvenli bir tutumun içselleştirilmesinden kaynaklandığının ve bunun, farkında olmayan yetişkinleri korkuttuğunun ayrımındadır.
Yaşları tahminen dokuz ile on üç arasında değişen, yaptıkları süpermarket baskınına kadar kimsenin umursamadığı, ellerine üç beş kuruş verip geçtiği, belki de gökten öylece iniverdiklerini düşündükleri, nereden çıktığını kimsenin bilmediği bu çocuklar anlaşılamayan bir dil konuşurlar. Belli saatlerde ormanın kıyısında bir görünüp bir kaybolurlar, herkes onların ormanın derinliklerinde yaşadıklarına inanmaktadır. Hızla tırmanan hırsızlık, yağma olayları nedeniyle kısa sürede hem şehir sakinleri hem de belediye başkanının iktidarı için bir tehdit haline gelirler. Market saldırısıyla çocuklara duyulan nefret zirveye ulaşır. Zamanla şehrin öz çocuklarının psikolojileri de bozulur. Çocuklar korku içindedir, uyuyamazlar, hasta, hatta uyuşturulmuş gibi görünürler ve kısa sürede birer ikişer kaybolmaya başlarlar. Kaybolanların diğer çocukların arasına katıldığını, yetişkinlerin anlamadığı gizli çağrılarla yönlendirildiklerini tahmin etmek güç değildir. İşte aileleri tam olarak harekete geçiren şey bu olur. Kendilerine ait olanların da masumiyetlerini yitirip şeytanlaşmış bu çocuk çetesine dahil olması. Artık adı konmamış bir savaş vardır. Şehrin karanlık yanındaki çocuklar, aydınlıktakileri usulca kendi tarafına çekerken, aileler, devleti temsil edenler, “Otuz ikilerden” kurtulmak gerektiğinin farkındadır. Üstelik kimsenin bu iki yüzlülüğe bir itirazı yoktur. Sahipli çocukların sahipleri, masumiyetini yitirmiş, tırnağına kadar suça bulaşmış sahipsizlerden intikamını almalıdır. Hatta işi ceza ehliyeti yaşını indirecek yasal düzenlemeleri başlatmaya kadar vardırırlar.
Barba, romanında kimsesiz, yalnız, bakımsız, yoksul sokak çocuklarının durumunu, psikolojilerini, karakterlerini, romandaki genç sosyal hizmet görevlisinin zihninden ama içerden bir bakış açısıyla aktarıyor. Konuya bir sosyolog ve pedagog kadar hâkim olduğunu söylemek, çocukların her bir jestini, mimiğini hikâyenin akışı içinde ince bir işçilikle zihnimize kazıdığını orta sınıf alışkanlıklarını net bir şekilde betimlediğini söyleyebiliriz. Ailelerin, polisin, devlet görevlilerinin, sokaklarda yaşayan çocukları masumiyetini yitirmiş, şeytanlaşmış birer düşman gibi algılamalarını, buna haklı gerekçeler üretmelerini ve ortamdaki öfke enerjisine en uygun hedefi seçerek kitleyi o kaynağa yönlendiren, böylelikle mevcut durumlarını koruyan yetkilileri, bir öykünün içinde ne denli verilebilirse o kadar vermiş Barba.
Bir çocuğun masumiyeti nerede başlar, nasıl ve nerede biter?
Kitap boyunca bu soruya cevap arıyor Barba. Bazen yanlı bazen objektif olduğunu açıkça itiraf ederek. Sanırım okuyucunun da kurgudaki insanlardan çok farklı olmadığı fikriyle yüzleştiriyor bizi. Hikâyesinde, tropik ve küçük bir şehre özel yerel dekoru, insanları, alışkanlıkları, yaşam biçimlerini betimlese de aslında dünyanın her yerindeki San Cristobal’ler, aynı zihniyetteki yöneticiler ve benzer toplum yapılarıyla çevrili olduğumuz gerçeğine dikkat çekiyor. Sözgelimi trafik ışıklarında su, mendil satan ya da orada burada dilenen yoksul ve/veya göçmen çocuklarına yaklaşımımız. Bizdeki tutum da romandakinden pek farklı değil. Onları sevimli bulur ve tehdit olarak algılamazsak birkaç lira verir, devam ederiz. Ama ya sevmezsek, itici bulursak? Evimizdeki kıymetli çocukla dışardaki kıymetsiz çocuğu birbirinden ayıran çizgi nasıl da silikleşiyor düşündükçe.
Barba, Işıklar Ülkesi ile hepimize kocaman bir ayna tutuyor. Duygusal ve fiziksel hiçbir ihtiyacı karşılanmayan, görmezden geldiğimiz, göçmen, mülteci, kimsesiz, sahipsiz, yoksul çocukları görünür kılan bir ayna.
Warning: Trying to access array offset on value of type bool in /home/notoskitap/public_html/wp-content/plugins/nm-custom-code/includes/post-social-share.php on line 16
Parşömen Fanzin, 26 Şubat 2021 Edebiyat ortamımız, ülkemizin hali pür melalinden farklı değil. Yani, kaos hakim. Çok fazla kitap yayımlanıyor, eleştiri yok denecek kadar az vesaire. Bunlar hepimizin bildiği şeyler. Ve fakat ne şekilde, nasıl olursa olsun ilk kitabın heyecanı da ayrı. Kağıt oyunu oynayanlar bilir, ilk elin günahı olmaz. İlk kitaplar da, tıpkı sonrakiler …
Çev. Alper Güngör, Oggito, 03 Mayıs 2021 Kısa öykünün ustalarından C.D Rose’un en son kitabı Herkes Başka Biriyken Kim Kimdir kısa öykülerin aksine gizem, fantazi ve hiciv unsurlarını birleştiren bir roman. Tek bir adamın etrafında dönen anlatı, unutulmuş kitapların yeniden keşfine yelken açıyor. İsimsiz anlatıcı “kayıp” kitaplar üzerine isimsiz bir ülkenin isimsiz üniversitesinde tüm ayrıntılarıyla on ders …
Cemil Kavukçu, Akşam, 14 Haziran 2013 Şili’deki Pinochet diktatörlüğü döneminde yolunu kaybeden çocuk, yıllar sonra o eski anılarını hatırlayıp tekrar kaybolmak istiyor. Bunun yolunuysa yazmakta buluyor… İlk gençliğimde izlediğim bir kovboy filmi vardı. Adını ve başrol oyuncusunu anımsamıyorum. O filmden aklımda bir tümce kalmıştı. Onu da kötü adam rolündeki çete reisi Jack Palance, adamlarına söylüyordu. …
Serkan Parlak, Edebiyat Haber, 19 Şubat 2020 Bonzai, Ağaçların Özel Hayatı, Eve Dönmenin Yolları, Belgelerim ve Soru Kitapçığı gibi yapıtlarıyla tanıdığımız yeni kuşak Şilili yazar Alejandro Zambra’nın konuşma, öykü ve denemelerinden oluşan yeni kitabı Serbest Kürsü Ocak 2020’de Notos Kitap’tan Seda Ersavcı’nın nitelikli çevirisiyle okuyucuyla buluştu. Kitabın arka kapağında “Şilili yazar Alejandro Zambra’nın deneme ve öyküleri tür ya da konu gibi …
Andrés Barba’nın Işıklar Ülkesi ile Tuttuğu Ayna
Dilek Karaaslan, Oggito, 4 Mart 2021
Çocuklar için, “Her şey yekparedir, her şey onlardan önce hatta ezelden beridir vardır. Karşılığında sevgi alabilmek için masum olduklarına dair miti yaşatmak zorundadırlar. Masum olmaları yetmez, bunu göstermeleri de gerekir.” Işıklar Ülkesi
Işıklar Ülkesi, Andrés Barba’nın Türkçeye çevirilen ilk eseri. Notos okuru iyi yazarlarla buluşturma geleneğini devam ettirerek Granta’nın İspanyolca yazan en iyi yirmi iki romancı arasında gösterdiği Andrés Barba’nın Işıklar Ülkesi isimli romanını Züleyha Yılmaz’ın özgün çevirisiyle geçtiğimiz ocak ayında (2021) yayımladı. Yazarın ilk romanı La hermana de Katia 2001’de, Torrente Ballester ödülünü kazanan Versiones de Teresa 2006’da, (2008’de filme uyarlandı), 2017’de Herralde Roman Ödülü’nü kazanan Işıklar Ülkesi ise yine 2017’de yayımlandı. Eser aynı zamanda Gregor von Rezzori Ödülü’ne de aday gösterildi. The Guardian tarafından 2017’nin en iyi kitaplarından biri seçilen Las monos pequenas (Küçük Eller, 2008) adlı romanıysa yine Notos tarafından yayına hazırlanıyor.
Öykü, 1993 yılında, genç bir sosyal hizmet görevlisinin yeni evlendiği eşi Maia ve onun kızı (yine Maia) ile birlikte, San Cristobal’e (karısının doğup büyüdüğü iki yüz bin nüfuslu, küçük şehir) gitmesiyle başlar. Genç adamın görevi, daha önce başarılı olduğu bir kooperatif projesinin benzerini yoksulluğun giderilmesi kapsamında şehrin yerli halkıyla (Enyee Topluluğu) birlikte gerçekleştirmektir. Genç adam şehre varmalarıyla birlikte yoksulluğun en sert yüzüyle karşılaşır. Bir yanda çamurlu, taşkın Ere Nehri, önüne çıkan her şeyi yeşiline katıp yok eden devasa orman ve yarı tropikal, bunaltıcı iklim. Bir yanda çalışmanın son derece güç olduğu aşırı sıcak ve nemli hava şartlarında bir şeyler yapabilmek için “artık kurallaşmış, kuşaktan kuşağa aktarılan, çarpık ve muazzam bir çözümsüzlüğü barındıran kasaba ikilemleriyle bir yerli gibi mücadele etmek” zorunda kalması. Sefalet öyle bunaltıcıdır ki, belediye başkanlarından biri şehrin durumunu “San Cristobal’in sorunu güzel bir manzaranın bir iki adım ötesinde hep sefalet olması,” şeklinde özetler.
“Küçük şehirlerin ortak bir özelliği varsa o da tahtakurularına benzemeleridir. Gücü elde tutmak için hep beraber aynı mekanizmaları üretirler, aynı kitaba uydurma ve ahbap çavuş ilişkileri, aynı dinamikler.” Işıklar Ülkesi
Doksanlı yıllarda, çay ve narenciye üretiminin patlama yapması, küçük üreticilerin de refahtan payını alması, San Cristobal’in ekonomisinin canlanması ve kısa sürede kendi orta sınıfını yaratması sonucunu doğurur. Kasisli yollarda spor arabalar belirir, bebek arabalarıyla çehresi değişen nehir kıyısında genç anneler yürüyüşler yapar. Çocuklarsa bu tablonun dekoratif nesneleridir. İnsanlar bir yandan refaha alışırken bir yandan da o zenginlik duygusuna öyle kapılırlar ki, yanı başlarındaki yoksulluk, dilenen, sokaklarda yaşayan küçücük çocuklar aynanın kör noktasını oluşturur, kimse onları görmek istemez.
San Cristobal’de bir süredir sıcağın, nemin, sefaletin, trafiğin, kısaca hayatın olağan akışının dışında şehri etkileyen başka bir şey vardır. Trafik ışıklarında, kenar köşelerde yabani orkide ve limon satan yerli çocukların arasına başka çocuklar da karışır, Enyee çocuklarına hiç benzemeyen ama dikkatle bakılmış olsa onlardan ayrılması mümkün olmayan çocuklar. Diğerleriyle aynı yüzlere, mimiklere sahip olduğunu görecek dikkatli gözler gereklidir. Genç sosyal hizmet görevlisi, bu çocukların bakışlarındaki üstten tavrın, yalnızca kaybedeceği hiçbir şeyi olmayanlara özgü, rahat ve güvenli bir tutumun içselleştirilmesinden kaynaklandığının ve bunun, farkında olmayan yetişkinleri korkuttuğunun ayrımındadır.
Yaşları tahminen dokuz ile on üç arasında değişen, yaptıkları süpermarket baskınına kadar kimsenin umursamadığı, ellerine üç beş kuruş verip geçtiği, belki de gökten öylece iniverdiklerini düşündükleri, nereden çıktığını kimsenin bilmediği bu çocuklar anlaşılamayan bir dil konuşurlar. Belli saatlerde ormanın kıyısında bir görünüp bir kaybolurlar, herkes onların ormanın derinliklerinde yaşadıklarına inanmaktadır. Hızla tırmanan hırsızlık, yağma olayları nedeniyle kısa sürede hem şehir sakinleri hem de belediye başkanının iktidarı için bir tehdit haline gelirler. Market saldırısıyla çocuklara duyulan nefret zirveye ulaşır. Zamanla şehrin öz çocuklarının psikolojileri de bozulur. Çocuklar korku içindedir, uyuyamazlar, hasta, hatta uyuşturulmuş gibi görünürler ve kısa sürede birer ikişer kaybolmaya başlarlar. Kaybolanların diğer çocukların arasına katıldığını, yetişkinlerin anlamadığı gizli çağrılarla yönlendirildiklerini tahmin etmek güç değildir. İşte aileleri tam olarak harekete geçiren şey bu olur. Kendilerine ait olanların da masumiyetlerini yitirip şeytanlaşmış bu çocuk çetesine dahil olması. Artık adı konmamış bir savaş vardır. Şehrin karanlık yanındaki çocuklar, aydınlıktakileri usulca kendi tarafına çekerken, aileler, devleti temsil edenler, “Otuz ikilerden” kurtulmak gerektiğinin farkındadır. Üstelik kimsenin bu iki yüzlülüğe bir itirazı yoktur. Sahipli çocukların sahipleri, masumiyetini yitirmiş, tırnağına kadar suça bulaşmış sahipsizlerden intikamını almalıdır. Hatta işi ceza ehliyeti yaşını indirecek yasal düzenlemeleri başlatmaya kadar vardırırlar.
Barba, romanında kimsesiz, yalnız, bakımsız, yoksul sokak çocuklarının durumunu, psikolojilerini, karakterlerini, romandaki genç sosyal hizmet görevlisinin zihninden ama içerden bir bakış açısıyla aktarıyor. Konuya bir sosyolog ve pedagog kadar hâkim olduğunu söylemek, çocukların her bir jestini, mimiğini hikâyenin akışı içinde ince bir işçilikle zihnimize kazıdığını orta sınıf alışkanlıklarını net bir şekilde betimlediğini söyleyebiliriz. Ailelerin, polisin, devlet görevlilerinin, sokaklarda yaşayan çocukları masumiyetini yitirmiş, şeytanlaşmış birer düşman gibi algılamalarını, buna haklı gerekçeler üretmelerini ve ortamdaki öfke enerjisine en uygun hedefi seçerek kitleyi o kaynağa yönlendiren, böylelikle mevcut durumlarını koruyan yetkilileri, bir öykünün içinde ne denli verilebilirse o kadar vermiş Barba.
Bir çocuğun masumiyeti nerede başlar, nasıl ve nerede biter?
Kitap boyunca bu soruya cevap arıyor Barba. Bazen yanlı bazen objektif olduğunu açıkça itiraf ederek. Sanırım okuyucunun da kurgudaki insanlardan çok farklı olmadığı fikriyle yüzleştiriyor bizi. Hikâyesinde, tropik ve küçük bir şehre özel yerel dekoru, insanları, alışkanlıkları, yaşam biçimlerini betimlese de aslında dünyanın her yerindeki San Cristobal’ler, aynı zihniyetteki yöneticiler ve benzer toplum yapılarıyla çevrili olduğumuz gerçeğine dikkat çekiyor. Sözgelimi trafik ışıklarında su, mendil satan ya da orada burada dilenen yoksul ve/veya göçmen çocuklarına yaklaşımımız. Bizdeki tutum da romandakinden pek farklı değil. Onları sevimli bulur ve tehdit olarak algılamazsak birkaç lira verir, devam ederiz. Ama ya sevmezsek, itici bulursak? Evimizdeki kıymetli çocukla dışardaki kıymetsiz çocuğu birbirinden ayıran çizgi nasıl da silikleşiyor düşündükçe.
Barba, Işıklar Ülkesi ile hepimize kocaman bir ayna tutuyor. Duygusal ve fiziksel hiçbir ihtiyacı karşılanmayan, görmezden geldiğimiz, göçmen, mülteci, kimsesiz, sahipsiz, yoksul çocukları görünür kılan bir ayna.
Warning: Trying to access array offset on value of type bool in /home/notoskitap/public_html/wp-content/plugins/nm-custom-code/includes/post-social-share.php on line 16
İlgili Yazılar
İlk Göz Ağrısı (82): Özcan Yılmaz ve “Akıp Giden Günlerimiz” (Söyleşi)
Parşömen Fanzin, 26 Şubat 2021 Edebiyat ortamımız, ülkemizin hali pür melalinden farklı değil. Yani, kaos hakim. Çok fazla kitap yayımlanıyor, eleştiri yok denecek kadar az vesaire. Bunlar hepimizin bildiği şeyler. Ve fakat ne şekilde, nasıl olursa olsun ilk kitabın heyecanı da ayrı. Kağıt oyunu oynayanlar bilir, ilk elin günahı olmaz. İlk kitaplar da, tıpkı sonrakiler …
C.D. Rose: Herkes Başka Biriyken Kim Kimdir? (Söyleşi)
Çev. Alper Güngör, Oggito, 03 Mayıs 2021 Kısa öykünün ustalarından C.D Rose’un en son kitabı Herkes Başka Biriyken Kim Kimdir kısa öykülerin aksine gizem, fantazi ve hiciv unsurlarını birleştiren bir roman. Tek bir adamın etrafında dönen anlatı, unutulmuş kitapların yeniden keşfine yelken açıyor. İsimsiz anlatıcı “kayıp” kitaplar üzerine isimsiz bir ülkenin isimsiz üniversitesinde tüm ayrıntılarıyla on ders …
Bir gün kaybolmak istersen ne yaparsın?
Cemil Kavukçu, Akşam, 14 Haziran 2013 Şili’deki Pinochet diktatörlüğü döneminde yolunu kaybeden çocuk, yıllar sonra o eski anılarını hatırlayıp tekrar kaybolmak istiyor. Bunun yolunuysa yazmakta buluyor… İlk gençliğimde izlediğim bir kovboy filmi vardı. Adını ve başrol oyuncusunu anımsamıyorum. O filmden aklımda bir tümce kalmıştı. Onu da kötü adam rolündeki çete reisi Jack Palance, adamlarına söylüyordu. …
Zambra’nın edebî kolajı: Serbest Kürsü
Serkan Parlak, Edebiyat Haber, 19 Şubat 2020 Bonzai, Ağaçların Özel Hayatı, Eve Dönmenin Yolları, Belgelerim ve Soru Kitapçığı gibi yapıtlarıyla tanıdığımız yeni kuşak Şilili yazar Alejandro Zambra’nın konuşma, öykü ve denemelerinden oluşan yeni kitabı Serbest Kürsü Ocak 2020’de Notos Kitap’tan Seda Ersavcı’nın nitelikli çevirisiyle okuyucuyla buluştu. Kitabın arka kapağında “Şilili yazar Alejandro Zambra’nın deneme ve öyküleri tür ya da konu gibi …