“Ben ancak tastamam yani eksiksiz olmaya gayret edebilirim.”
Çiyil Kurtuluş ikinci öykü kitabı Aramızda Bir Bahçe Yakınlığı‘nı yayımladı. İlk kitabı Kasırga ve Yabanmersinleri‘nden sonra. Öyküye verdiği emek, kendine özgü bir öykü dili yaratma ısrarı, kendi öykü anlayışını kararlılıkla sürdürme çabası, Çiyil Kurtuluş’u günümüz öykücüleri arasında özel bir yere koyuyor. Onunla öykücülüğü ve öykü üstüne konuştuk, öykü anlayışını anlatmasını istedik.
Semih Gümüş: Aramızda Bir Bahçe Yakınlığı ikinci öykü kitabınız. Kitabın adının birçok çağrışıma açık. Siz özellikle neleri düşündürmek istediniz?
Çiyil Kurtuluş: Şu hayatta hiçbir şeyimiz yoksa iyi kötü bir bahçemiz var, yok mu. Nereden konuşuyorum, sesim, sözcüklerim nereden geliyor, bahçemden geliyor elbette. Hani ne ekersek onu biçtiğimiz. Ruhunca, aklınca, gücün yettiğince ağaç üstüne ağaç ektiğin, üstünden fırtınalar kasırgalar geçen, güneşli günleri çabuk unutulan, bazen gölgesine çekildiğin, gizini bir tek sana açan güzel bahçen. Bütün bahçeler birbirine benzer aslında. Bizim en büyük ortaklığımız. Bu benzerlik bizi birbirimize, insanı insana yakınlaştırır. Bir an için insan geri dursa diyelim, ağaçlar durmaz, birbirini çeker, aynı hava, su, köklendiğin toprak. Ben karşımdakinin kim olduğunu nasıl yaşadığını bilemem belki, o da beni. Onu hiç görmedim duymadım ama ben onu zamansız budanmışlığından, açmayan ya da –niye hep karamsar olalım ki– açıldıkça açılan yediveren güllerinden tanırım. Gel, diyorum okura, aramızda bir bahçe var, o kadar yakınım sana. Kaçma benden, kendinden. Bende ne varsa aynısından sende de var. İnsan insana benzer. Acılarımız, dertlerimiz, sevinçlerimiz ortak. O yüzden yakınlaşır ve yine o yüzden uzun zaman yan yana durmakta zorlanırız. Bu benzerlik ve paydaşlık yorar bazen. Okur benim alanımdaki çimi adımlarken kendi bahçesindeki güllerin kokusunu alsın istiyorum. Ya da bir gece vakti sırtımızda şal, ellerimizde fener, inip birlikte arayalım gömüyü, o her neyse. Orası bizim, gizlice buluştuğumuz bahçemiz, bunda sakınılacak bir şey yok.
İlla finalde kanlı bir bıçak görmemiz gerekmiyor.
SG: İlk kitabınız Kasırga ve Yabanmersinleri, –bu arada kitaplarınızın güzel adları var– öykü anlayışınızı ilgilenen okurlara epeyce açık biçimde göstermişti. Aramızda Bir Bahçe Yakınlığı oradaki çizginin devamı olarak düşünülebilir. Siz arada nasıl bir fark görüyorsunuz?
ÇK: Kitaplarımın adlarını beğendiğiniz için teşekkür ederim. Dediğiniz gibi ilk kitabım Kasırga ve Yabanmersinleri ile öykü anlayışım gün yüzüne çıktı. On yıl önce başlayan sevda 2017’de ete kemiğe büründü. Yazmaya niyetlenen kişi önce bol bol okur, düşünür, döner yine okur, sonra o okunmuş nefesinden sözcüklere üfler, o sözcükler de başka sözcüklere, derken yazar onlara bir omurga verir, yeni doğanı özenle besler büyütür, sonra vakti gelince cümlesi kalkıp yürümeye başlar. İnsanoğlunun ayağa kalkıp yürümesi gibi, ilk öykülerim de böyle kitaplanıp yoluna gitti işte. Peki, öykülerim ne anlatır? Kadını. Erkeği. İnsanı. Bazen iki kardeş. Bazen karıkoca. Bazen ana oğul… Özetle, anlattığım konu insana dair. İki kitabımda da beni büyüleyen gerçeği, ilişkileri yazıyorum, aslında yazarak derinliği arıyorum, ararken dibi keşfediyorum. Evet, kasırga sonrası yemişler ekildi, bahçedeyiz artık. Alanımız daha genişledi. Elbette meselemiz aynı. Ağırlıklı olarak aşk, aşksızlık, iletişim, iletişimsizlik, ilişkiler ama bahçenin kuzey tarafı da var güneş görmeyen, orada ölüm var, baba var, ana var, işkence var. Babasına kızgınlığı yüzünden portakal katili olan çocuk var. Masaldaki kurdu yutan büyükanne var. Bebeğini kaybeden bir kadın, terzisi tarafından hayat dersi gören bir avukat. Yer yer günümüz insanın trajikomik hikâyesi. Haliyle kahramanlar bu kez daha şaşırtıcı, daha yetenekli, daha içsel. Öykülerin her biri aynı elde açılıp kapanan renkli bir yelpazenin birer pilisi gibi. Kişiler yine de naifliklerini koruyor. İlk kitaptaki gibi, işleyen bir düzenin parçası onlar, çok yalnızlar, en yakınlarındakine bile yabancılaşmışlar. Yitirilen umutlar, bastırılmış duygular, karşılık bulamamış hayaller, naif bir uyumsuzluk. Bulundukları yer ve olmak istedikleri yer, orası her nereyse, bir çelişkinin kırılganlığını yansıtmaya devam ediyorlar. Bu kez biraz daha olgunlaşmışlar, yaş almışlar, hayatın anlamını çözmeye daha yakın duruyorlar. Öykülerimin meselesinin niteliğini ona nerden baktığınız belirler aslında. Daha önce de dile getirdim. İlla finalde kanlı bir bıçak görmemiz gerekmiyor. İşte o güleç yüzlü, iyimser kadının ormanda yürürken ya da kanepesinde otururken içten içe defalarca öldürülmüş olduğunu pekâlâ bilebiliriz.
SG: Öykülerinizin oldukça yalın, hatta yalınlığı zorlayan bir dili var. Adeta bir kusursuzluk arayışı içinde. Böyle bir öykü dilinin duyguyu dışarıda bıraktığını düşünenler vardır. Ne denir, dili biraz da savurmak gerekir, serbest bırakmak… Siz nasıl bir öykü dili oluşturmaya çalışıyorsunuz?
ÇK: Oysa benim aradığım, kusursuzluk değil, aradığım, tastamam olmak. Bu ikisi faklı şeyler. İnsanın asla erişemeyeceği şeyi araması hem yıpratıcı hem de zaman kaybı. Ben ancak tastamam yani eksiksiz olmaya gayret edebilirim. Öyküyü kurarken hikâyesi kadar dil de önemlidir. Öykünün az sözcükle çok anlam ileten gücü sanırım beni en çok cezbeden yanı. Sözcük tekrarları, edatları, sıfatları bol keseden savurmak, fiilimsilerin ayak sesi, okuru ikna etmek için sık sık meramını anlatmak, anlatıcıyı olur olmadık yerde göreve koşturmak, o zaman çok kalabalıklaşıyor ortalık, metin adeta pazar yerine dönüşüyor. Cümlenin sonuna geldiğimizde başını kaybediyoruz, oysa biz de cümlede sözcüklerle birlikte akmalıyız. Daha öğrenecek çok şeyimiz olduğunu biliyorum. İyi ki de böyle. Titiz çalışıyorum. Bir kısa paragraf için saatlerce uğraşıyorum. Her zaman bir cümlenin yerine gelecek daha iyisi vardır der ustalarımız. Bir de metnin bir ritmi bir müziği olmalı, onu çok önemserim. Elbette günlerce uğraşı da bir yere kadar, içimdeki ses, tamam, derse tamamdır, bir yerde durmalı yoksa dile düşüp duygudan bellekten dışa düşebiliriz. Ama çalışkan bir yazar, hak edişli bir öykü yaratıcısı olmak istiyorsak her zaman açığa düşme riski olan bir sınırda çalışmak durumunda olduğumuzu biliriz. Özellikle dil konusunda. Yalınlığın ya da kontrollü olmanın duyguyu dışarda bıraktığını düşünenlerden değilim. Ben becerebilmişim ya da becerememişim o her zaman tartışılabilir. Demek istediğim asıl kıymetli olan, duyguyu hece hece satıra dökmeden aradaki boşluklardan sızdırmak. Yalınlıkla kalbe değmek. Efkârlanıp dili savurduğumuz yerler de var, olmaz mı. Ama her yazarın efkârı bir olmuyor elbette.
SG: İlk iki kitabınızla yazmak istediğiniz öykü anlayışını oluşturduğunuzu düşünüyor musunuz?
ÇK: Hermann Broch,”Yaşamın o zamana kadar bilinmeyen bir yanını keşfetmeyen roman ahlaka aykırıdır” diyor. Öykü anlayışım, kendi naifliğinde yalınca, bahçelerde gezinmeyi sürdürürken edebiyatın ahlakına aykırı düşmemek için hep daha çok okumam, çalışmam gerektiğini de hiç unutmuyorum gayet tabii. Bu iki kitap ilk ürünlerim. Bahçeyi ilk tavaf edişim, ancak yeşil, mavi ve tonları, yerde ve gökte durduğu gibi durmuyor, bana düşen pay sürekli genişliyor. Daha keşfedecek çok şey olmalı. İlk etapta ilişkilerin anda kalan gücünü, birbirine şöyle bir değip geçenleri, yıllardır aynı evi paylaşıp başka neyi paylaştıklarını anımsamayanları yazdım örneğin. Ama hep bir iyimserlikle bitirdim hikâyeleri. Her şeye rağmen bir umutla, sevecenlikle sardım kadınları, erkekleri onlara fazlaca sokulmadan. Olağandı her şey, hayat gibi, ama yakınlaştıkça yan yana durmak zordu. Ama benim kadınım ortaya bir intihar notu bırakmadı, kimseye silah doğrultmadı, toplumun dikkatini çekmek için yol ortasında çırılçıplak soyunmadı. Benim kişilerim bir şeyler konuştu ya da konuşmadı, sonrasında her ne yaşandıysa içlerine atıp mutfaklarında akşam yemeklerini hazırlamaya devam ettiler. Öyle ya hayat devam ediyor. Hoşlandığı kızın peşinden yollara düşüp ondan yüz bulamayan mutsuz delikanlı, rahmetli babasından kalan modası geçmiş paltoyu sırtına geçirip sahilde bir bankta vapuru beklerken avucundaki birkaç kestaneyle teselli buldu. Sizce de dile gelmesi, getirilmesi daha zor olan bu değil mi.
SG: Belli bir hikâye anlatma biçiminiz var. Dilinin yalınlığı yanında, fazla tek bir sözcük bırakmayan bir süzgeçten geçirilmiş, hikâyeleri çok tutumlu. Bunlar madalyonun iki yüzünü birden düşündürüyor: Bütün unsurları bu kadar indirgenmiş edebiyat, donuklaşır mı? Madalyonun öteki yüzündeyse bu denli süzülmüş bir düzeyin örnek olabileceği var.
ÇK: Edebiyatın tuzakları, bir köşede pusu kurmuş yazarını bekliyor. Karanlıkta yol alırken arkama dönüp dönüp bakarım, sanırım hep bu yüzden. Tedirginlik duygusu aynı zamanda adrenalini artıran, odakta kalmamızı sağlayan bir duygu. Köşeleri kontrol etmeden, çer çöpü ayıklamadan yürümem. Adımlarım sessiz, ayakkabılarım asla topuklu değil, rap rap vurmadan ilerlerim. Teker teker yüklerimden kurtularak. O dolambaçlı yollar birden sadeleşir ve sonra bir bahçeye açılıverir yol. Hiç kimselerin olmadığı yerde elinde fenerle beni karşılayan kadın, feneri kendi yüzüne tuttuğunda anlarım ki gündüz yolda gördüğüm kadından artık çok farklıdır. Bedenini karanlıkta bırakan o soluk ışıkta, çıplak ve donuk yüzlü bir kadın. Hikâye de burada başlar. Okura her şeyi anlatacak değiliz elbet. Sevgili okur, bilmem anlatabildim mi, anlayışına sevgiyle sığınırım.
Karakterler derdini anlatmasın, derdini yaşasın. Sanırım okuduğum öykülerde en çok bunu arıyorum, yazarken de en çok buna dikkat ediyorum.
SG: Aramızda Bir Bahçe Yakınlığı, kurmaca metinlerde aranması gereken sorunların belli ki uzun süre düşünülüp doğru çözümlerine uygun biçimde yazıldığı duygusunu de veriyor.
ÇK: Kurmaca metin bize ne anlatır. Akıp giden hayattan bir kesit. Dikkat etmemiz gereken, orada bir öz vardır. Yazarın derdi o özü bulup çıkarmak. Gerekli güç öncelikle ayrıntılarda şüphesiz. Yazar bulduğu ayrıntıyla, kırılacak bir eşya gibi sarıp sarmalar özü. Öykücünün imbiğinden bir kez daha geçer o öz. Yeniden biçimlendirilir böylece. Başını sonunu bir arada görebildiğim, birkaç sayfaya sığdırılan bir dünya, sabırlı ellerden geldiğini bildiğim bir iyilik. Bir mücevher, ışıldayan o işlenmiş özle okuyucunun baş başa’lığı da özel bir paylaşım sayılmaz mı. Ve karakterler elbette. Öykünün taşıyıcısı. Karakterler derdini anlatmasın, derdini yaşasın. Sanırım okuduğum öykülerde en çok bunu arıyorum, yazarken de en çok buna dikkat ediyorum. Anlatıcının heyecanlı, kaygılı, o anlatmaya doyamayan sesi de araya girdiğinde sözün büyüsü nasıl da bozuluyor. Öykü kendi gerçekliğini yaratır, uzaya yapıştırılan bir resim gibi, durup geçtiğimiz bir ânı sonsuza yayar. Usta öykücülerin, hayatı ve ölümü kolayca kabullenişlerinin altında yatan bilgelik bu olsa gerek. Büyük resmi görebilmeleri.
SG: Hikâyelere gelince, orada bir çeşitlilik yok gibi. Sanki öyle bir çeşitlilik aranmamış gibi de. Önce kadın-erkek ilişkileri, çeşitli yüzleriyle. Hep bir tamamlanmamışlık, eksiklik duygusu, buruk bir tat. Çatışmalar var ama onlar da sert değil…
ÇK: Aslında kastettiğiniz anlamda olmasa bile hikâyelerde çeşitlilik yok demekle onlara haksızlık etmiş oluruz. Elbette meselemiz aynı. Ağırlıklı olarak aşk, aşksızlık, ilişkiler, hep bir tamamlanmamışlık, eksiklik duygusu, buruk bir tat. İnsanın kendi vicdanıyla arasında kalma durumunu, bu sıkışmışlığı anlatmayı önemsiyorum. Sonra hiçbir şey olmamış gibi yoluna giden insanlar acısını nerden nasıl çıkarır bunu gözlemlemeyi, en uygun ayrıntıyı bulup kahramanın ona nasıl tutunduğunu görmeyi seviyorum. Az önce sözünü etmiştim. Bahçenin kuzey tarafını daha derin kazdığımı düşünüyorum bu kez. İçinden işkence çıktı, internette flört çıktı, dış gebelik çıktı, kucakta ölen bir baba, deprem çıktı ve dahası… Sanırım hem daha çeşitli ve bir parça daha sert. Ama bu kahramanlarımın delice umudu, iyi niyeti yok mu, henüz ondan vazgeçmediler. Ayrıca benim hikâyelerimdeki çeşitlilik daha çok, meseleyi ele alış şeklinde, dili kullanma konusunda, bazen masal anlatarak bazen bir rüyanın içinde, bir şiirden yola çıkıp hırsızlık hikayesi kurmak, kendi diliyle şiir dilinden yardımla. Babasına kızıp bir portakalı öldüren çocuğa kamera tutarak. Elbette, araları aşkla boyadım, ağaçlardaki çiçekleri sayan kadınlar, şemsiyesini unutanlar, artık yalnızca çiçekli çaydanlığı için yaşayanlar, hayatta hep bir fazlasını bulan şanslılar… Aramızda bir bahçe yakınlığı, asla uzak değiliz birbirimize.
SG: Peki bunca sözden sonra: En çok etkilendiğiniz yazarlar kimler oldu?
ÇK: Anton Çehov, Ernest Hemingway, Raymond Carver, John Cheever, Julio Cortázar, John Updike, Natsume Soseki, Ralf Rothmann, David Constantine, Virginia Woolf, Joyce Carol Oates, Katherine Mansfield, Sait Faik Abasıyanık, Ferit Edgü, Vüs’at O. Bener, Mehmet Baydur, Mehmet Günsür, Oğuz Atay, Füruzan, Tomris Uyar, Tarık Dursun K.
SG: Sizin için en önemli üç kitap adı verebilir misiniz?
ÇK: Anna Karenina, Alemdağ’da Var Bir Yılan, Oktay Rifat toplu şiirleri.
SG: Son zamanlarda neler okuyorsunuz?
ÇK: İsviçre’nin son yıllarda en çok konuşulan yazarlarından biri Peter Stamm’ın Yedi Yıl romanını okuyorum. Bir aşk üçgenini ustalıkla anlatıyor. Aynı zamanda Horacıo Castellenos Moya’nın Tiksinti’sine başladım. El Salvadorlu sürgün yazar, bir öfke konçertosu yazmış diyorlar. Yakın zamanda Jules Renard’ın Yazmak Üzerine Notlar’ını ve Claire Keegan’dan Mavi Tarlalardan Yürü’yü okudum.
SG: Kitabınızı en çok kimin okumasını isterdiniz?
ÇK: Annemle babamın okumasını çok isterdim. Ben yazmaya başladığımda ikisi de hayatta değildi. Ama yine hiç okumadıklarını bilemeyiz, öyle değil mi.
SG: Okumadığınıza hayıflandığınız kitap var mı?
ÇK: O kadar çok ki… Ama en çok Dostoyevski Ecinniler.
SG: Bundan sonra neler yazacaksınız? Gene bir öykü kitabı mı gelecek?
ÇK: Öyküden vazgeçemem. Yine bir öykü kitabı gelecektir. Ama anlatmak istediğim bir uzun hikâyem de var. Öncelik hangisinin olur, bunu zaman gösterecek. Bu arada İkinci oyun metnini de en kısa sürede tamamlamayı düşünüyorum.
[koo_button url=”https://notoskitap.com/yayin/ciyil-kurtulus-aramizda-bir-bahce-yakinligi/” type=”regular” size=”small” icon=”koo-icon-glases-2″ target=”_self”] Kitabı İncele [/koo_button]
Behçet Çelik, K24, 20 Ağustos 2020 “Akıp Giden Günlerimiz’deki birkaç öyküde yinelenen motifler var. Bunlardan biri hikâye anlatmakla ilgili. Öykü kişileri karşısındakiyle iletişim kurmakta zorlandıklarında hikâye anlatmakta bir çare umuyorlar, ne var ki farklı nedenlerle hikâye anlatmak da iletişimi sağlamıyor ya da kolaylaştırmıyor, en azından ilk seferde.” Özcan Yılmaz’ın geçtiğimiz günlerde yayımlanan ilk kitabı Akıp Giden …
Erdinç Akkoyunlu, Oggito, 17 Şubat 2021 Barba’nın metni, evsiz, kayıp, kimsesiz çocukların toplumdaki varlıklarını göstermek üzere giriştikleri şiddeti ve toplumun onları görmezden gelmek, kendi mutlu ailelerini korumak adına onlara dönük aşırı karşı şiddeti anlatıyor. Türkiye modern romanlar konusunda, okurların zevkine göre metin üretme saatinin akrebi henüz harekete geçme vaktini göstermediğinden dünyadan hayli geride. İyi de …
Şenay Eroğlu Aksoy, Birgün Kitap, Kasım 2013 Alejandro Zambra’nın Türkçe’deki ikinci kitabı “Eve Dönmenin Yolları” Latin Amerika Edebiyatı’nın yenilikçi örneklerinden. 1975 Şili doğumlu yazar derinlikli gözlem gücüne dayalı aforizmalar ve duru bir anlatımla kuruyor romanını. Zambra’nın kalemindeki şaşırtıcı yanlardan biri, çoğu yetişkinin kaybetmiş olduğu çocuk bakışını, yenilikçi bir tutumla romanına sindirmiş olması. İnsanoğlunun, izlerini geriye …
Yılmaz Şener, Kitapsever, sayı 36, 14 Kasım 2019 Çek yazar Bohumil Hrabal’ın en önemli eserlerinden biri olan Gürültülü Yalnızlık, başından itibaren kendi dışına çıkan, sürekli başka yerlere dokunan kısa bir otobiyografik roman. Bilge ve berduş bir adamın kitaplarla ve geçmişle yaşadığı trajik ama bir o kadar da komik bir hikâye. “Gerçek düşünceler dışarıdan gelir, sefertasıyla işe götürdüğünüz …
Çiyil Kurtuluş: “Yalınlığın ya da kontrollü olmanın duyguyu dışarda bıraktığını düşünenlerden değilim.” (Söyleşi)
Semih Gümüş, Oggito, 7 Şubat 2020
“Ben ancak tastamam yani eksiksiz olmaya gayret edebilirim.”
Çiyil Kurtuluş ikinci öykü kitabı Aramızda Bir Bahçe Yakınlığı‘nı yayımladı. İlk kitabı Kasırga ve Yabanmersinleri‘nden sonra. Öyküye verdiği emek, kendine özgü bir öykü dili yaratma ısrarı, kendi öykü anlayışını kararlılıkla sürdürme çabası, Çiyil Kurtuluş’u günümüz öykücüleri arasında özel bir yere koyuyor. Onunla öykücülüğü ve öykü üstüne konuştuk, öykü anlayışını anlatmasını istedik.
Semih Gümüş: Aramızda Bir Bahçe Yakınlığı ikinci öykü kitabınız. Kitabın adının birçok çağrışıma açık. Siz özellikle neleri düşündürmek istediniz?
Çiyil Kurtuluş: Şu hayatta hiçbir şeyimiz yoksa iyi kötü bir bahçemiz var, yok mu. Nereden konuşuyorum, sesim, sözcüklerim nereden geliyor, bahçemden geliyor elbette. Hani ne ekersek onu biçtiğimiz. Ruhunca, aklınca, gücün yettiğince ağaç üstüne ağaç ektiğin, üstünden fırtınalar kasırgalar geçen, güneşli günleri çabuk unutulan, bazen gölgesine çekildiğin, gizini bir tek sana açan güzel bahçen. Bütün bahçeler birbirine benzer aslında. Bizim en büyük ortaklığımız. Bu benzerlik bizi birbirimize, insanı insana yakınlaştırır. Bir an için insan geri dursa diyelim, ağaçlar durmaz, birbirini çeker, aynı hava, su, köklendiğin toprak. Ben karşımdakinin kim olduğunu nasıl yaşadığını bilemem belki, o da beni. Onu hiç görmedim duymadım ama ben onu zamansız budanmışlığından, açmayan ya da –niye hep karamsar olalım ki– açıldıkça açılan yediveren güllerinden tanırım. Gel, diyorum okura, aramızda bir bahçe var, o kadar yakınım sana. Kaçma benden, kendinden. Bende ne varsa aynısından sende de var. İnsan insana benzer. Acılarımız, dertlerimiz, sevinçlerimiz ortak. O yüzden yakınlaşır ve yine o yüzden uzun zaman yan yana durmakta zorlanırız. Bu benzerlik ve paydaşlık yorar bazen. Okur benim alanımdaki çimi adımlarken kendi bahçesindeki güllerin kokusunu alsın istiyorum. Ya da bir gece vakti sırtımızda şal, ellerimizde fener, inip birlikte arayalım gömüyü, o her neyse. Orası bizim, gizlice buluştuğumuz bahçemiz, bunda sakınılacak bir şey yok.
İlla finalde kanlı bir bıçak görmemiz gerekmiyor.
SG: İlk kitabınız Kasırga ve Yabanmersinleri, –bu arada kitaplarınızın güzel adları var– öykü anlayışınızı ilgilenen okurlara epeyce açık biçimde göstermişti. Aramızda Bir Bahçe Yakınlığı oradaki çizginin devamı olarak düşünülebilir. Siz arada nasıl bir fark görüyorsunuz?
ÇK: Kitaplarımın adlarını beğendiğiniz için teşekkür ederim. Dediğiniz gibi ilk kitabım Kasırga ve Yabanmersinleri ile öykü anlayışım gün yüzüne çıktı. On yıl önce başlayan sevda 2017’de ete kemiğe büründü. Yazmaya niyetlenen kişi önce bol bol okur, düşünür, döner yine okur, sonra o okunmuş nefesinden sözcüklere üfler, o sözcükler de başka sözcüklere, derken yazar onlara bir omurga verir, yeni doğanı özenle besler büyütür, sonra vakti gelince cümlesi kalkıp yürümeye başlar. İnsanoğlunun ayağa kalkıp yürümesi gibi, ilk öykülerim de böyle kitaplanıp yoluna gitti işte. Peki, öykülerim ne anlatır? Kadını. Erkeği. İnsanı. Bazen iki kardeş. Bazen karıkoca. Bazen ana oğul… Özetle, anlattığım konu insana dair. İki kitabımda da beni büyüleyen gerçeği, ilişkileri yazıyorum, aslında yazarak derinliği arıyorum, ararken dibi keşfediyorum. Evet, kasırga sonrası yemişler ekildi, bahçedeyiz artık. Alanımız daha genişledi. Elbette meselemiz aynı. Ağırlıklı olarak aşk, aşksızlık, iletişim, iletişimsizlik, ilişkiler ama bahçenin kuzey tarafı da var güneş görmeyen, orada ölüm var, baba var, ana var, işkence var. Babasına kızgınlığı yüzünden portakal katili olan çocuk var. Masaldaki kurdu yutan büyükanne var. Bebeğini kaybeden bir kadın, terzisi tarafından hayat dersi gören bir avukat. Yer yer günümüz insanın trajikomik hikâyesi. Haliyle kahramanlar bu kez daha şaşırtıcı, daha yetenekli, daha içsel. Öykülerin her biri aynı elde açılıp kapanan renkli bir yelpazenin birer pilisi gibi. Kişiler yine de naifliklerini koruyor. İlk kitaptaki gibi, işleyen bir düzenin parçası onlar, çok yalnızlar, en yakınlarındakine bile yabancılaşmışlar. Yitirilen umutlar, bastırılmış duygular, karşılık bulamamış hayaller, naif bir uyumsuzluk. Bulundukları yer ve olmak istedikleri yer, orası her nereyse, bir çelişkinin kırılganlığını yansıtmaya devam ediyorlar. Bu kez biraz daha olgunlaşmışlar, yaş almışlar, hayatın anlamını çözmeye daha yakın duruyorlar. Öykülerimin meselesinin niteliğini ona nerden baktığınız belirler aslında. Daha önce de dile getirdim. İlla finalde kanlı bir bıçak görmemiz gerekmiyor. İşte o güleç yüzlü, iyimser kadının ormanda yürürken ya da kanepesinde otururken içten içe defalarca öldürülmüş olduğunu pekâlâ bilebiliriz.
SG: Öykülerinizin oldukça yalın, hatta yalınlığı zorlayan bir dili var. Adeta bir kusursuzluk arayışı içinde. Böyle bir öykü dilinin duyguyu dışarıda bıraktığını düşünenler vardır. Ne denir, dili biraz da savurmak gerekir, serbest bırakmak… Siz nasıl bir öykü dili oluşturmaya çalışıyorsunuz?
ÇK: Oysa benim aradığım, kusursuzluk değil, aradığım, tastamam olmak. Bu ikisi faklı şeyler. İnsanın asla erişemeyeceği şeyi araması hem yıpratıcı hem de zaman kaybı. Ben ancak tastamam yani eksiksiz olmaya gayret edebilirim. Öyküyü kurarken hikâyesi kadar dil de önemlidir. Öykünün az sözcükle çok anlam ileten gücü sanırım beni en çok cezbeden yanı. Sözcük tekrarları, edatları, sıfatları bol keseden savurmak, fiilimsilerin ayak sesi, okuru ikna etmek için sık sık meramını anlatmak, anlatıcıyı olur olmadık yerde göreve koşturmak, o zaman çok kalabalıklaşıyor ortalık, metin adeta pazar yerine dönüşüyor. Cümlenin sonuna geldiğimizde başını kaybediyoruz, oysa biz de cümlede sözcüklerle birlikte akmalıyız. Daha öğrenecek çok şeyimiz olduğunu biliyorum. İyi ki de böyle. Titiz çalışıyorum. Bir kısa paragraf için saatlerce uğraşıyorum. Her zaman bir cümlenin yerine gelecek daha iyisi vardır der ustalarımız. Bir de metnin bir ritmi bir müziği olmalı, onu çok önemserim. Elbette günlerce uğraşı da bir yere kadar, içimdeki ses, tamam, derse tamamdır, bir yerde durmalı yoksa dile düşüp duygudan bellekten dışa düşebiliriz. Ama çalışkan bir yazar, hak edişli bir öykü yaratıcısı olmak istiyorsak her zaman açığa düşme riski olan bir sınırda çalışmak durumunda olduğumuzu biliriz. Özellikle dil konusunda. Yalınlığın ya da kontrollü olmanın duyguyu dışarda bıraktığını düşünenlerden değilim. Ben becerebilmişim ya da becerememişim o her zaman tartışılabilir. Demek istediğim asıl kıymetli olan, duyguyu hece hece satıra dökmeden aradaki boşluklardan sızdırmak. Yalınlıkla kalbe değmek. Efkârlanıp dili savurduğumuz yerler de var, olmaz mı. Ama her yazarın efkârı bir olmuyor elbette.
SG: İlk iki kitabınızla yazmak istediğiniz öykü anlayışını oluşturduğunuzu düşünüyor musunuz?
ÇK: Hermann Broch,”Yaşamın o zamana kadar bilinmeyen bir yanını keşfetmeyen roman ahlaka aykırıdır” diyor. Öykü anlayışım, kendi naifliğinde yalınca, bahçelerde gezinmeyi sürdürürken edebiyatın ahlakına aykırı düşmemek için hep daha çok okumam, çalışmam gerektiğini de hiç unutmuyorum gayet tabii. Bu iki kitap ilk ürünlerim. Bahçeyi ilk tavaf edişim, ancak yeşil, mavi ve tonları, yerde ve gökte durduğu gibi durmuyor, bana düşen pay sürekli genişliyor. Daha keşfedecek çok şey olmalı. İlk etapta ilişkilerin anda kalan gücünü, birbirine şöyle bir değip geçenleri, yıllardır aynı evi paylaşıp başka neyi paylaştıklarını anımsamayanları yazdım örneğin. Ama hep bir iyimserlikle bitirdim hikâyeleri. Her şeye rağmen bir umutla, sevecenlikle sardım kadınları, erkekleri onlara fazlaca sokulmadan. Olağandı her şey, hayat gibi, ama yakınlaştıkça yan yana durmak zordu. Ama benim kadınım ortaya bir intihar notu bırakmadı, kimseye silah doğrultmadı, toplumun dikkatini çekmek için yol ortasında çırılçıplak soyunmadı. Benim kişilerim bir şeyler konuştu ya da konuşmadı, sonrasında her ne yaşandıysa içlerine atıp mutfaklarında akşam yemeklerini hazırlamaya devam ettiler. Öyle ya hayat devam ediyor. Hoşlandığı kızın peşinden yollara düşüp ondan yüz bulamayan mutsuz delikanlı, rahmetli babasından kalan modası geçmiş paltoyu sırtına geçirip sahilde bir bankta vapuru beklerken avucundaki birkaç kestaneyle teselli buldu. Sizce de dile gelmesi, getirilmesi daha zor olan bu değil mi.
SG: Belli bir hikâye anlatma biçiminiz var. Dilinin yalınlığı yanında, fazla tek bir sözcük bırakmayan bir süzgeçten geçirilmiş, hikâyeleri çok tutumlu. Bunlar madalyonun iki yüzünü birden düşündürüyor: Bütün unsurları bu kadar indirgenmiş edebiyat, donuklaşır mı? Madalyonun öteki yüzündeyse bu denli süzülmüş bir düzeyin örnek olabileceği var.
ÇK: Edebiyatın tuzakları, bir köşede pusu kurmuş yazarını bekliyor. Karanlıkta yol alırken arkama dönüp dönüp bakarım, sanırım hep bu yüzden. Tedirginlik duygusu aynı zamanda adrenalini artıran, odakta kalmamızı sağlayan bir duygu. Köşeleri kontrol etmeden, çer çöpü ayıklamadan yürümem. Adımlarım sessiz, ayakkabılarım asla topuklu değil, rap rap vurmadan ilerlerim. Teker teker yüklerimden kurtularak. O dolambaçlı yollar birden sadeleşir ve sonra bir bahçeye açılıverir yol. Hiç kimselerin olmadığı yerde elinde fenerle beni karşılayan kadın, feneri kendi yüzüne tuttuğunda anlarım ki gündüz yolda gördüğüm kadından artık çok farklıdır. Bedenini karanlıkta bırakan o soluk ışıkta, çıplak ve donuk yüzlü bir kadın. Hikâye de burada başlar. Okura her şeyi anlatacak değiliz elbet. Sevgili okur, bilmem anlatabildim mi, anlayışına sevgiyle sığınırım.
Karakterler derdini anlatmasın, derdini yaşasın. Sanırım okuduğum öykülerde en çok bunu arıyorum, yazarken de en çok buna dikkat ediyorum.
SG: Aramızda Bir Bahçe Yakınlığı, kurmaca metinlerde aranması gereken sorunların belli ki uzun süre düşünülüp doğru çözümlerine uygun biçimde yazıldığı duygusunu de veriyor.
ÇK: Kurmaca metin bize ne anlatır. Akıp giden hayattan bir kesit. Dikkat etmemiz gereken, orada bir öz vardır. Yazarın derdi o özü bulup çıkarmak. Gerekli güç öncelikle ayrıntılarda şüphesiz. Yazar bulduğu ayrıntıyla, kırılacak bir eşya gibi sarıp sarmalar özü. Öykücünün imbiğinden bir kez daha geçer o öz. Yeniden biçimlendirilir böylece. Başını sonunu bir arada görebildiğim, birkaç sayfaya sığdırılan bir dünya, sabırlı ellerden geldiğini bildiğim bir iyilik. Bir mücevher, ışıldayan o işlenmiş özle okuyucunun baş başa’lığı da özel bir paylaşım sayılmaz mı. Ve karakterler elbette. Öykünün taşıyıcısı. Karakterler derdini anlatmasın, derdini yaşasın. Sanırım okuduğum öykülerde en çok bunu arıyorum, yazarken de en çok buna dikkat ediyorum. Anlatıcının heyecanlı, kaygılı, o anlatmaya doyamayan sesi de araya girdiğinde sözün büyüsü nasıl da bozuluyor. Öykü kendi gerçekliğini yaratır, uzaya yapıştırılan bir resim gibi, durup geçtiğimiz bir ânı sonsuza yayar. Usta öykücülerin, hayatı ve ölümü kolayca kabullenişlerinin altında yatan bilgelik bu olsa gerek. Büyük resmi görebilmeleri.
SG: Hikâyelere gelince, orada bir çeşitlilik yok gibi. Sanki öyle bir çeşitlilik aranmamış gibi de. Önce kadın-erkek ilişkileri, çeşitli yüzleriyle. Hep bir tamamlanmamışlık, eksiklik duygusu, buruk bir tat. Çatışmalar var ama onlar da sert değil…
ÇK: Aslında kastettiğiniz anlamda olmasa bile hikâyelerde çeşitlilik yok demekle onlara haksızlık etmiş oluruz. Elbette meselemiz aynı. Ağırlıklı olarak aşk, aşksızlık, ilişkiler, hep bir tamamlanmamışlık, eksiklik duygusu, buruk bir tat. İnsanın kendi vicdanıyla arasında kalma durumunu, bu sıkışmışlığı anlatmayı önemsiyorum. Sonra hiçbir şey olmamış gibi yoluna giden insanlar acısını nerden nasıl çıkarır bunu gözlemlemeyi, en uygun ayrıntıyı bulup kahramanın ona nasıl tutunduğunu görmeyi seviyorum. Az önce sözünü etmiştim. Bahçenin kuzey tarafını daha derin kazdığımı düşünüyorum bu kez. İçinden işkence çıktı, internette flört çıktı, dış gebelik çıktı, kucakta ölen bir baba, deprem çıktı ve dahası… Sanırım hem daha çeşitli ve bir parça daha sert. Ama bu kahramanlarımın delice umudu, iyi niyeti yok mu, henüz ondan vazgeçmediler. Ayrıca benim hikâyelerimdeki çeşitlilik daha çok, meseleyi ele alış şeklinde, dili kullanma konusunda, bazen masal anlatarak bazen bir rüyanın içinde, bir şiirden yola çıkıp hırsızlık hikayesi kurmak, kendi diliyle şiir dilinden yardımla. Babasına kızıp bir portakalı öldüren çocuğa kamera tutarak. Elbette, araları aşkla boyadım, ağaçlardaki çiçekleri sayan kadınlar, şemsiyesini unutanlar, artık yalnızca çiçekli çaydanlığı için yaşayanlar, hayatta hep bir fazlasını bulan şanslılar… Aramızda bir bahçe yakınlığı, asla uzak değiliz birbirimize.
SG: Peki bunca sözden sonra: En çok etkilendiğiniz yazarlar kimler oldu?
ÇK: Anton Çehov, Ernest Hemingway, Raymond Carver, John Cheever, Julio Cortázar, John Updike, Natsume Soseki, Ralf Rothmann, David Constantine, Virginia Woolf, Joyce Carol Oates, Katherine Mansfield, Sait Faik Abasıyanık, Ferit Edgü, Vüs’at O. Bener, Mehmet Baydur, Mehmet Günsür, Oğuz Atay, Füruzan, Tomris Uyar, Tarık Dursun K.
SG: Sizin için en önemli üç kitap adı verebilir misiniz?
ÇK: Anna Karenina, Alemdağ’da Var Bir Yılan, Oktay Rifat toplu şiirleri.
SG: Son zamanlarda neler okuyorsunuz?
ÇK: İsviçre’nin son yıllarda en çok konuşulan yazarlarından biri Peter Stamm’ın Yedi Yıl romanını okuyorum. Bir aşk üçgenini ustalıkla anlatıyor. Aynı zamanda Horacıo Castellenos Moya’nın Tiksinti’sine başladım. El Salvadorlu sürgün yazar, bir öfke konçertosu yazmış diyorlar. Yakın zamanda Jules Renard’ın Yazmak Üzerine Notlar’ını ve Claire Keegan’dan Mavi Tarlalardan Yürü’yü okudum.
SG: Kitabınızı en çok kimin okumasını isterdiniz?
ÇK: Annemle babamın okumasını çok isterdim. Ben yazmaya başladığımda ikisi de hayatta değildi. Ama yine hiç okumadıklarını bilemeyiz, öyle değil mi.
SG: Okumadığınıza hayıflandığınız kitap var mı?
ÇK: O kadar çok ki… Ama en çok Dostoyevski Ecinniler.
SG: Bundan sonra neler yazacaksınız? Gene bir öykü kitabı mı gelecek?
ÇK: Öyküden vazgeçemem. Yine bir öykü kitabı gelecektir. Ama anlatmak istediğim bir uzun hikâyem de var. Öncelik hangisinin olur, bunu zaman gösterecek. Bu arada İkinci oyun metnini de en kısa sürede tamamlamayı düşünüyorum.
[koo_button url=”https://notoskitap.com/yayin/ciyil-kurtulus-aramizda-bir-bahce-yakinligi/” type=”regular” size=”small” icon=”koo-icon-glases-2″ target=”_self”] Kitabı İncele [/koo_button]
İlgili Yazılar
Özcan Yılmaz’ın öyküleri
Behçet Çelik, K24, 20 Ağustos 2020 “Akıp Giden Günlerimiz’deki birkaç öyküde yinelenen motifler var. Bunlardan biri hikâye anlatmakla ilgili. Öykü kişileri karşısındakiyle iletişim kurmakta zorlandıklarında hikâye anlatmakta bir çare umuyorlar, ne var ki farklı nedenlerle hikâye anlatmak da iletişimi sağlamıyor ya da kolaylaştırmıyor, en azından ilk seferde.” Özcan Yılmaz’ın geçtiğimiz günlerde yayımlanan ilk kitabı Akıp Giden …
Andres Barba’nın Işıklar Ülkesi Neden Okunmalı?
Erdinç Akkoyunlu, Oggito, 17 Şubat 2021 Barba’nın metni, evsiz, kayıp, kimsesiz çocukların toplumdaki varlıklarını göstermek üzere giriştikleri şiddeti ve toplumun onları görmezden gelmek, kendi mutlu ailelerini korumak adına onlara dönük aşırı karşı şiddeti anlatıyor. Türkiye modern romanlar konusunda, okurların zevkine göre metin üretme saatinin akrebi henüz harekete geçme vaktini göstermediğinden dünyadan hayli geride. İyi de …
Çocuk Gözüyle Diktatörlük
Şenay Eroğlu Aksoy, Birgün Kitap, Kasım 2013 Alejandro Zambra’nın Türkçe’deki ikinci kitabı “Eve Dönmenin Yolları” Latin Amerika Edebiyatı’nın yenilikçi örneklerinden. 1975 Şili doğumlu yazar derinlikli gözlem gücüne dayalı aforizmalar ve duru bir anlatımla kuruyor romanını. Zambra’nın kalemindeki şaşırtıcı yanlardan biri, çoğu yetişkinin kaybetmiş olduğu çocuk bakışını, yenilikçi bir tutumla romanına sindirmiş olması. İnsanoğlunun, izlerini geriye …
Kendi Dışına Çıkan Bir Kitap
Yılmaz Şener, Kitapsever, sayı 36, 14 Kasım 2019 Çek yazar Bohumil Hrabal’ın en önemli eserlerinden biri olan Gürültülü Yalnızlık, başından itibaren kendi dışına çıkan, sürekli başka yerlere dokunan kısa bir otobiyografik roman. Bilge ve berduş bir adamın kitaplarla ve geçmişle yaşadığı trajik ama bir o kadar da komik bir hikâye. “Gerçek düşünceler dışarıdan gelir, sefertasıyla işe götürdüğünüz …