Freud’un unheimlich sözcüğünü ödünç alarak konuşmak gerekirse, tekinsiz zamanlara bir yenisi daha eklendi. Son on yıl içerisinde yerinden yurdundan edilen binlerce insan evsiz bir yaşama geçerken, sınır tanımayan bir virüs evi, koruyan, kollayan, can veren kutsal bir mekâna dönüştürdü. Sıcak yuva romantizmini uzun yıllar önce kaybetmiş olan ev, yeniden birçok kişinin hikayesinin ana karakteri ve dahası kahramanı olarak sahneye çıktı. Evin hayatlarımızdaki yerini ve temsil ettiği değerleri sorguladığımız hararetli tartışmaların, uzun yazıların ardından sıcak yuva imgesi giderek yok olmaya yüz tutmuşsa da ev hâlâ –isteyerek ya da mecburen– dönülecek tek yer. Hâlâ çok tanıdık. Duvarlarıyla, içindeki nesnelerle, kokusuyla… Ve bir o kadar da korkutucu. Yaşayan bir varlık olarak sürekli değişen ve her seferinde daha da uzaklaşan ev… Nurdan Gürbilek, bu paradoksu şöyle ifade eder: “Evin tekinsiz olduğunu kabul edelim, hayaletlerle yüzleşelim, ama hayaletlerin musallat olduğu canlıların başlarını sokacak bir çatıları olduğundan da emin olalım” (13).
Ev, hem içinde yaşayanları kaçmaya zorlayan bir mekân hem onların dönüp dolaşıp geri geldikleri bir sığınak çoğu kez. Çağatay Yılmaz’ın “O Sese Aldanıp Gelenler” öyküsündeki şu satırlar, Gürbilek’in yazısıyla paralel bir okuma sunabilir: “…birimizin kaybolmak için terk edip gittiği bu yere, ötekimiz kaçıp kaybolmak için geliyor” (67). Arkasında bırakıp gittiği evine yıllar sonra dönen öykü karakteri aidiyet duygusunu tekrar kazanmak için evini yenilemeye başlar. Çatıyı onarır, tahta panjur yaptırır, bahçeyi düzenler. Evi yaşanabilir bir yer hâline getirmeye çalışırken ihtiyaç duyduklarını almak için alışverişe gide gele kasabada tanıdık bir yüz olur. Yaşayan bir varlık olan ev, onun da hayatında belirleyici bir rol oynayarak ona bir kimlik verir. Daha doğrusu ev, kendisine döneni hikayesiyle kabul eder. Evin dışında yaşanılan her şey, şimdi evin duvarlarına kazınmak için bekliyordur çünkü kişi konuşamadığı, barışamadığı, kendi ıssızlığına terk ettiği birçok şeyi ancak evindeyken kabullenir: “Şömine ateşi evin duvarlarında ışığıyla, gölgesiyle geziniyor. Hayata anlam veren kıpırtıların yansımaları bu, ev soluk alıp verior sanki. Duvarla çatıyla kocaman boşluktan ayırdığımız bu durağan gövdenin içinde Hektor’la barınırken, onu sürekli ve sağlam tutabilmek için bir şeyler yapıp bir şeylerle uğraşıyoruz” (53).
Ne kadar yabancılaşırsa yabancılaşsın her zaman arzulanan, hayallerde hep kendisine dönülen yerdir ev. Gerek varlığıyla gerek yokluğuyla insanların hayatlarını yönetebilen ender varlıklardan biri. İnsanın sığınma ihtiyacı hiç bitmediğinden, birisinin evsiz kalması bir diğerinin omzunda yük olur zamanla. Dört duvar bir yapı, uçsuz bucaksız bir orman, sınırları çizili bir ülke, fark etmez. Evinden yurdundan edilmiş kişinin sorumluluğunu taşır aynı yerlerden geçen. Çağatay Yılmaz’ın Bizi Buraya Getiren Şeyler kitabındaki öyküler okura bu ağır yükü yükler. Avlanarak ormanından koparılan geyiğin “cam küre” gibi bakan gözleri, evsiz bırakılmaya tanık olmanın ağırlığını imgeler.
Av ve avcı imgelerinin yer aldığı “Akvaryum” adlı bir diğer öyküde ise perspektif avcıdan avlanana kayar. Uçuruma yuvarlanan otomobilde sürücünün ölü bedeninin kurtlara av oluşuna tanık olan karakter, babasının ölü bedenine sarılarak kendisine bir sığınak yaratır. Baba öldüğünde kendi seçtiği mezarlığa gömülmeyi vasiyet etmiştir. Bir nevi kalıcı bir yurt bulmayı dilemiştir. Okura yeryüzüne atılmışlık duygusunu yükleyen öyküde, akvaryumdan düşerek savrulan giden balık misali sürüklenip kaybolmuştur öykü kişisi. Topraksız kalmış iki ölü bedenin yanında sığınacak bir ev arayışında babaya sarılmıştır.
Yaşamak sürekli bir tanık olma hâlidir ve bu tanıklık her seferinde insana ne kadar zavallı ve çaresiz olduğunu hissettirir. Ava giden kişi bundan sonra nasıl ki kendi belleğinin girdaplarına takılıp kalacaksa, bir toprağı kendisine yurt edinen de o topraklardan sürülüp gönderilenin kaderini omuzlarında taşıyacaktır. Avlanarak toprağından koparılan hayvan da yurdundan koparılıp gönderilen insan da suçlu bir bellek yeşertiyor arkada kalanda. “Sarı Noktalar” öyküsünün şu satırları bu anlamda çarpıcı:
“Yanlarına alabildikleri birkaç parça eşyayla yola döküldüler. Yıllar yılı gezdikleri bahçelerden, üzerinde rüzgarın yürüdüğü ekip biçtikleri tarlalardan hiç de uygun olmayan bir mevsimde geçmek zorunda kaldılar. Elbet bu şartlara dayanamayan olacaktı. Oldu da. Bazısı yurduna, bazısı adını bildiği ama tanımadığı yerlere, hemen oracığa gömüldüler, yol kenarından az öteye. Şu günlerde otobanların ya da inşaatların temellerinden çıkmıyorsa, gelecekte çıkacaklardır mutlaka. Parçaları eksik olsa bile, özellikle onları arıyor olmasalar bile mutlaka birinin ayağına ya da bir iş makinesinin kepçesine takılacak” (15).
Bizi Buraya Getiren Şeyler’de karakterler evin dışında kalmış ve kendilerine sığınak arayan kişilerdir. Evinde bir beden olarak bulunduğunda bile dışarıda hisseden, evin güven veren duvarlarından kaçan, kaçarken kaybolan ve tekrar sığınmak isteyen kişiler. Peki geri dönmek mümkün mü? Ya da yeni bir ev inşa etmek? Yazının başına dönecek olursak, ev içine dönen insan için yeniden bir sığınak olabilecek mi?
Gürbilek, Nurdan, (2020). İkinci Hayat. Metis Yayıncılık: İstanbul.
Yılmaz, Çağatay, (2020). Bizi Buraya Getiren Şeyler. Notos Kitap Yayınevi: İstanbul.
Warning: Trying to access array offset on value of type bool in /home/notoskitap/public_html/wp-content/plugins/nm-custom-code/includes/post-social-share.php on line 16
Çiğdem Öztürk, Oggito, 16 Aralık 2015 Latin Amerika edebiyatının büyülü gerçekçilik içinde parlayan bir edebiyat oluşu bizi hep ilgilendirdi. Yakından izledik, pek çok büyük yazarını okuduk. Şimdilerde yeni bir edebiyat yükseliyor oradan. Genç yazarlar bağımsız bir anlayış içinde, çok önemli örnekler veriyor. Alejandro Zambra onların ilk akla gelenlerinden. İspanyolcanın en iyi yirmi iki yazarından birisi seçildi. …
Necmi Sönmez, Radikal Kitap, 22 Mayıs 2015 Sais Çırakları, Novalis’in “doğanın üstadı” olarak selamladığı insanın en gizli kalmış yönü olan “düş dünyasını” tetikliyor. Erken dönem Alman romantik felsefesi içinde değerlendirilen Novalis’in (Fredrich von Hardenberg) bitirememesine rağmen en önemli çalışmaları arasında yer alan Sais Çırakları Mehmet Barış Albayrak’ın başarılı çevirisiyle dilimize kazandırıldı. Bu küçük kitabı sıradışı …
Özlem Akıncı, Radikal Kitap, 20 Mayıs 2015 Tom McCarthy’den avangart romanın çağdaş temsilcisi olarak söz ediliyor. C deneysel bir roman. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğini ele alıyor. McCarthy’nin asıl derdi ise ölüm ve iletişim. Tom McCarthy anarşist manInternational Necronautical Society’nin genel sekreteri. INS 1999’da kurulan yarı kurgu avangart bir organizasyon olarak tanımlanıyor. Ölüme dair kafa karıştırıcı …
Özlem Akalan, Akşam, 17 Mayıs 2013 ‘Eve Dönmenin Yolları’, 38 yaşındaki Şilili yazar Alejandro Zambra’nın üçüncü romanı. Latin Amerika ruhunu yansıtan şiirsel ama bir o kadar da sade bir tarzı olan Zambra, 80’lere, Pinochet’nin diktatörlük günlerine götürüyor okurunu. Bir öyküsever olduğumu iddia edemem. Tam ben hikâyenin gücüne kendimi kaptırmış, kahramanlardan biriyle duygusal yakınlık kurmaya başlamışken …
Bizi Buraya Getiren Şeyler: Bir Evsizlik Anlatısı
Yasemin Yılmaz Yüksek, Üretimhane, 26 Ekim 2020
Freud’un unheimlich sözcüğünü ödünç alarak konuşmak gerekirse, tekinsiz zamanlara bir yenisi daha eklendi. Son on yıl içerisinde yerinden yurdundan edilen binlerce insan evsiz bir yaşama geçerken, sınır tanımayan bir virüs evi, koruyan, kollayan, can veren kutsal bir mekâna dönüştürdü. Sıcak yuva romantizmini uzun yıllar önce kaybetmiş olan ev, yeniden birçok kişinin hikayesinin ana karakteri ve dahası kahramanı olarak sahneye çıktı. Evin hayatlarımızdaki yerini ve temsil ettiği değerleri sorguladığımız hararetli tartışmaların, uzun yazıların ardından sıcak yuva imgesi giderek yok olmaya yüz tutmuşsa da ev hâlâ –isteyerek ya da mecburen– dönülecek tek yer. Hâlâ çok tanıdık. Duvarlarıyla, içindeki nesnelerle, kokusuyla… Ve bir o kadar da korkutucu. Yaşayan bir varlık olarak sürekli değişen ve her seferinde daha da uzaklaşan ev… Nurdan Gürbilek, bu paradoksu şöyle ifade eder: “Evin tekinsiz olduğunu kabul edelim, hayaletlerle yüzleşelim, ama hayaletlerin musallat olduğu canlıların başlarını sokacak bir çatıları olduğundan da emin olalım” (13).
Ev, hem içinde yaşayanları kaçmaya zorlayan bir mekân hem onların dönüp dolaşıp geri geldikleri bir sığınak çoğu kez. Çağatay Yılmaz’ın “O Sese Aldanıp Gelenler” öyküsündeki şu satırlar, Gürbilek’in yazısıyla paralel bir okuma sunabilir: “…birimizin kaybolmak için terk edip gittiği bu yere, ötekimiz kaçıp kaybolmak için geliyor” (67). Arkasında bırakıp gittiği evine yıllar sonra dönen öykü karakteri aidiyet duygusunu tekrar kazanmak için evini yenilemeye başlar. Çatıyı onarır, tahta panjur yaptırır, bahçeyi düzenler. Evi yaşanabilir bir yer hâline getirmeye çalışırken ihtiyaç duyduklarını almak için alışverişe gide gele kasabada tanıdık bir yüz olur. Yaşayan bir varlık olan ev, onun da hayatında belirleyici bir rol oynayarak ona bir kimlik verir. Daha doğrusu ev, kendisine döneni hikayesiyle kabul eder. Evin dışında yaşanılan her şey, şimdi evin duvarlarına kazınmak için bekliyordur çünkü kişi konuşamadığı, barışamadığı, kendi ıssızlığına terk ettiği birçok şeyi ancak evindeyken kabullenir: “Şömine ateşi evin duvarlarında ışığıyla, gölgesiyle geziniyor. Hayata anlam veren kıpırtıların yansımaları bu, ev soluk alıp verior sanki. Duvarla çatıyla kocaman boşluktan ayırdığımız bu durağan gövdenin içinde Hektor’la barınırken, onu sürekli ve sağlam tutabilmek için bir şeyler yapıp bir şeylerle uğraşıyoruz” (53).
Ne kadar yabancılaşırsa yabancılaşsın her zaman arzulanan, hayallerde hep kendisine dönülen yerdir ev. Gerek varlığıyla gerek yokluğuyla insanların hayatlarını yönetebilen ender varlıklardan biri. İnsanın sığınma ihtiyacı hiç bitmediğinden, birisinin evsiz kalması bir diğerinin omzunda yük olur zamanla. Dört duvar bir yapı, uçsuz bucaksız bir orman, sınırları çizili bir ülke, fark etmez. Evinden yurdundan edilmiş kişinin sorumluluğunu taşır aynı yerlerden geçen. Çağatay Yılmaz’ın Bizi Buraya Getiren Şeyler kitabındaki öyküler okura bu ağır yükü yükler. Avlanarak ormanından koparılan geyiğin “cam küre” gibi bakan gözleri, evsiz bırakılmaya tanık olmanın ağırlığını imgeler.
Av ve avcı imgelerinin yer aldığı “Akvaryum” adlı bir diğer öyküde ise perspektif avcıdan avlanana kayar. Uçuruma yuvarlanan otomobilde sürücünün ölü bedeninin kurtlara av oluşuna tanık olan karakter, babasının ölü bedenine sarılarak kendisine bir sığınak yaratır. Baba öldüğünde kendi seçtiği mezarlığa gömülmeyi vasiyet etmiştir. Bir nevi kalıcı bir yurt bulmayı dilemiştir. Okura yeryüzüne atılmışlık duygusunu yükleyen öyküde, akvaryumdan düşerek savrulan giden balık misali sürüklenip kaybolmuştur öykü kişisi. Topraksız kalmış iki ölü bedenin yanında sığınacak bir ev arayışında babaya sarılmıştır.
Yaşamak sürekli bir tanık olma hâlidir ve bu tanıklık her seferinde insana ne kadar zavallı ve çaresiz olduğunu hissettirir. Ava giden kişi bundan sonra nasıl ki kendi belleğinin girdaplarına takılıp kalacaksa, bir toprağı kendisine yurt edinen de o topraklardan sürülüp gönderilenin kaderini omuzlarında taşıyacaktır. Avlanarak toprağından koparılan hayvan da yurdundan koparılıp gönderilen insan da suçlu bir bellek yeşertiyor arkada kalanda. “Sarı Noktalar” öyküsünün şu satırları bu anlamda çarpıcı:
“Yanlarına alabildikleri birkaç parça eşyayla yola döküldüler. Yıllar yılı gezdikleri bahçelerden, üzerinde rüzgarın yürüdüğü ekip biçtikleri tarlalardan hiç de uygun olmayan bir mevsimde geçmek zorunda kaldılar. Elbet bu şartlara dayanamayan olacaktı. Oldu da. Bazısı yurduna, bazısı adını bildiği ama tanımadığı yerlere, hemen oracığa gömüldüler, yol kenarından az öteye. Şu günlerde otobanların ya da inşaatların temellerinden çıkmıyorsa, gelecekte çıkacaklardır mutlaka. Parçaları eksik olsa bile, özellikle onları arıyor olmasalar bile mutlaka birinin ayağına ya da bir iş makinesinin kepçesine takılacak” (15).
Bizi Buraya Getiren Şeyler’de karakterler evin dışında kalmış ve kendilerine sığınak arayan kişilerdir. Evinde bir beden olarak bulunduğunda bile dışarıda hisseden, evin güven veren duvarlarından kaçan, kaçarken kaybolan ve tekrar sığınmak isteyen kişiler. Peki geri dönmek mümkün mü? Ya da yeni bir ev inşa etmek? Yazının başına dönecek olursak, ev içine dönen insan için yeniden bir sığınak olabilecek mi?
Gürbilek, Nurdan, (2020). İkinci Hayat. Metis Yayıncılık: İstanbul.
Yılmaz, Çağatay, (2020). Bizi Buraya Getiren Şeyler. Notos Kitap Yayınevi: İstanbul.
Warning: Trying to access array offset on value of type bool in /home/notoskitap/public_html/wp-content/plugins/nm-custom-code/includes/post-social-share.php on line 16
İlgili Yazılar
Alejandro Zambra: “Yazmak daima bir özeleştiridir.” (Söyleşi)
Çiğdem Öztürk, Oggito, 16 Aralık 2015 Latin Amerika edebiyatının büyülü gerçekçilik içinde parlayan bir edebiyat oluşu bizi hep ilgilendirdi. Yakından izledik, pek çok büyük yazarını okuduk. Şimdilerde yeni bir edebiyat yükseliyor oradan. Genç yazarlar bağımsız bir anlayış içinde, çok önemli örnekler veriyor. Alejandro Zambra onların ilk akla gelenlerinden. İspanyolcanın en iyi yirmi iki yazarından birisi seçildi. …
Şifreli bir yazarın imgeleri
Necmi Sönmez, Radikal Kitap, 22 Mayıs 2015 Sais Çırakları, Novalis’in “doğanın üstadı” olarak selamladığı insanın en gizli kalmış yönü olan “düş dünyasını” tetikliyor. Erken dönem Alman romantik felsefesi içinde değerlendirilen Novalis’in (Fredrich von Hardenberg) bitirememesine rağmen en önemli çalışmaları arasında yer alan Sais Çırakları Mehmet Barış Albayrak’ın başarılı çevirisiyle dilimize kazandırıldı. Bu küçük kitabı sıradışı …
Öklid’in çizemediği açıda olanlar
Özlem Akıncı, Radikal Kitap, 20 Mayıs 2015 Tom McCarthy’den avangart romanın çağdaş temsilcisi olarak söz ediliyor. C deneysel bir roman. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğini ele alıyor. McCarthy’nin asıl derdi ise ölüm ve iletişim. Tom McCarthy anarşist manInternational Necronautical Society’nin genel sekreteri. INS 1999’da kurulan yarı kurgu avangart bir organizasyon olarak tanımlanıyor. Ölüme dair kafa karıştırıcı …
Sırlar arasında eve dönüş
Özlem Akalan, Akşam, 17 Mayıs 2013 ‘Eve Dönmenin Yolları’, 38 yaşındaki Şilili yazar Alejandro Zambra’nın üçüncü romanı. Latin Amerika ruhunu yansıtan şiirsel ama bir o kadar da sade bir tarzı olan Zambra, 80’lere, Pinochet’nin diktatörlük günlerine götürüyor okurunu. Bir öyküsever olduğumu iddia edemem. Tam ben hikâyenin gücüne kendimi kaptırmış, kahramanlardan biriyle duygusal yakınlık kurmaya başlamışken …