Yazmaya karar veren kişi eğer şanslıysa, yazma eyleminin daha en başında birisi ona, anlatıcı ve zaman kipinin bir metin için birincil sorun olduğu uyarısında bulunur.
Kitapları organsız bedenler olarak niteleyen Deleuze, yaşamı yargılardan kurtarmak ve oluş sürecine taşımak için sıklıkla edebiyata başvurur. Çünkü kurmaca, asla değişmeyecekmiş sanrısı yüzünden asla değişmeyen şu dünyayı tek başına değiştirebilme kabiliyetine sahip tek varlıktır. Onunla eşi benzeri olmayan makineler icat edebilir, yeni uygarlıklar kurabilir, felaketler tasarlayıp insanları yok edebilir, tek bir asayla hem denizi ikiye ayırabilir hem de o asayı bir yılana dönüştürebilirsiniz. Ama kurmacanın gücü akışkanlığında, yani toplumdan topluma aktarılabilir, her toplum için anlam taşıyabilir ve zamanla dönüşebilir olmasında yatar. Kısacası yazarlar tarafından oluşturulan bu organsız bedenler, dış dünyadaki değişime cevap verebildikleri ölçüde akışkan, dolayısıyla yaşayan birer varlıktırlar.
Çağatay Yılmaz’ın Notos Kitap tarafından yayımlanan öykü kitabı Bizi Buraya Getiren Şeyler, tam da Deleuze’ün organsız beden olarak tabir ettiği, yaşayan metinlerden oluşan akışkan bir bütün. Akışkan diyorum çünkü kitapta yer alan metinler, gündemden aşırılan basit kurgulardan ya da modern insanının belki yirmi yıl sonra kimsenin umurunda olmayacak genel geçer dertlerinden değil, yaşamın belli dönemlerinde farklı anlamlara bürünebilecek evrensel insanlık hallerinden oluşuyor. Sıkışma, kapalı kalma, hareket edememe, kaybolan insanlar, ölen insanlar, kendini zorunluluk olarak dayatan toplumsal roller… Ve daha birçok tema, cinsiyetin ön plana alınmadığı, iyi ve kötü gibi göreceli ayrımların okura birer dayatma olarak sunulmadığı metinlerde ustalıkla işleniyor.
Yeni ve değişik olanın üretimini baltalayarak yaratıcı düşüncenin önünü kesen zihniyet, –tıpkı ana akım medya gibi davranarak– sadece belli konularda yazılan öyküleri sahneye çıkarmaya çalışsa da Başka Bir Edebiyat mümkün. Bizi Buraya Getiren Şeyler, hem Başka Bir Edebiyatın mümkün olduğunu gösteren nitelikli öykü kitaplarından biri hem de son zamanların sözde protest, ama aslında farkındalıksız bir onay makamı olmaktan öteye gidemeyen öykü anlayışına karşı ince bir başkaldırı.
Fulya Kılınçarslan: Çağatay, yaşayan öyküler yazıyorsun. Bu beni çok heyecanlandırdı ve aklıma hemen Mikhael Aivanhov’un şu sözlerini getirdi: Kelimeler yalnızca soyutlamalar değil, başka kelimelerle ilişki kuran canlı varlıklardır. Ne dersin, sence yazar, kurmaca ve yaşam arasında nasıl bir ilişki var?
“Anlatacağınız şey kurmacaysa gerçek gibi olmalı, gerçekse de kurmaca gibi görünmeli.” Sözün sahibi yazarın adını hatırlamıyorum ama mealen böyle bir cümleydi. İçinde gerçeğin az ya da çok olduğu bir kurmacayı tanımlıyor, yazarı ve okuru izlediği yoldan çıkarmayacak edebi sahicilikten, artırıp eksiltmeyle kotarılacak inandırıcı bir metinden söz ediyor (fantastikler de buna dahil).
Çağatay Yılmaz: Başta sözünü alıntıladığın düşünür, yazan okuyan herkesin arka planda hissedebileceği bir ayrışmayı ortaya koymuş, sözcük benim de hayalimde canlı bir varlık. Ortamının var ettiği, izole edilmiş bir canlı. Yazara düşen, kurmacasını hayata geçirmesi için yan yana gelecek en uygun sözcükleri tek tek bulmak. Maupassant kendisine akıl hocalığı yapan Flaubert’in tavsiyelerinden şöyle bir bölüm aktarıyor: “Söylenmek istenen şey ne olursa olsun, kesinlikle onu anlatacak tek bir sözcük, canlandıracak tek bir eylem, nitelendirecek tek bir sıfat vardır. İnsan bu sözcüğü, bu eylemi, bu sıfatı buluncaya kadar uğraşmalı, hiçbir zaman yaklaşık olanla yetinmemeli, hiçbir hileye, hatta başarılı bile olsa güçlüğü yenmek için dil şaklabanlıklarına başvurmamalıdır.”
FK: Kitabın ilk öyküsü “Sarı Noktalar”, içerdiği detay ve tasvirlerle kitabın bütününe hâkim olan güçlü görselliğin girizgâhı niteliğinde. Bu açıdan baktığımızda sanat eğitimi almış olmayı hayatında hangi noktaya yerleştirirsin? Aldığın eğitim senin yazma uğraşını nasıl etkiledi?
ÇY: Aldığım eğitimin etkisi devam ediyor, o yerleşik bir şey ama çizmek/yazmak eylemlerinden hangisinin hangisini etkilediğini ayrıştırmam güç, doğanın etkisi de yoğun çünkü. Bir avantajı, belki de etkileşimlerinden estetik bir özete daha çabuk ulaşıyor olabilirim, bunu yalnızca senin soruna cevap verebilmek için izini sürdüğüm bir şey olarak kabul et lütfen. Babamın memuriyeti nedeniyle farklı şehirlerde okudum, ilkokula Doğubeyazıt’ta başlamıştım. Tabii ki Ağrı Dağı… Ay ışığı altındaki halleri. Perdeyi aralar onu seyrederek uyurdum. Her hatırlayışımda o etkisiyle ve başka halleriyle hâlâ zihnimde dolaşıyor, içime attığı bir sürü soru kaldı. Küçüklüğümde doğayla iç içe olma şansım oldu, o yüzden benzer başka şeyler de zihnimde dönüp duruyor, benim büyük hazinem. “Sarı Noktalar”a değinirsem: At iskeletine rastlayışım, eşelemek, irkinti, börtü böcek bölümü gerçek, sonrası kurmaca. Çünkü üç dört ay sonra gittiğimde iskeleti yerinde bulamadım. Onunla ilgili epeyce taslaklar falan çizmiştim. Hiçbirini hayata geçiremedim ama kurmacayla bir öyküye dönüştürebildim.
FK: Detaylar ve bu detayları kullanma stilin, senin öykülerinin en ayırt edici yanlarından biri. Dış dünyayı nasıl algılıyor, aynı manzaraya bakan on kişiden dokuzunun aynı fotoğrafı çektiği bir ülkede sen ilk neleri görüyorsun?
ÇY: Düzeneğin işleyişi küçük parçalarının hareketlenmesiyle, aynı anda bazı parçalarının da üstüne binen yüke karşı koymasıyla başlar. Bütünün hareket ettiğini görsek bile içeride olan biten bu. Çoğu olayı böyle izliyorum, kalabalığı da, insanı da, sohbetleri de. Etki tepki gibi. Kurmacada da yazar bir olay tasarlar, üzerine bastığında eğilip bükülmeyecek bir ortam hazırlar, başlatır. Sonra onlara eşlik etmeye başlar. Ne anlatacaksa, neyi anlatacaksa öyle anlatır; ya Perec’in Uyuyan Adam’ında olduğu gibi karakterin özlerini kapar kapamaz başlayan uyku serüvenini belleğinin ayrıntılı yansımalarıyla ağır ağır anlatmaya başlar ya da Carver’ın “At Başlığı” öyküsünde en başında yaptığı gibi içinde karıkoca ve iki çocuğunun da olduğu, giysi, valiz, ıvır zıvır eşya gibi ayrıntılarla dolu steyşın vagon bir arabayı motelin otoparkına yanaştırır.
FK: Öykülerinin atmosferi kes-yapıştır usulü hazırlanan dekorlardan değil ince ince tasarlanmış mekânlardan oluşuyor. Üstelik senin nesnelerin Çehov tarzı, işe yaramak üzere kurgulanmış maskülen algıdan ziyade öykünün işaret ettiği anlamı güçlendirmeye hizmet ediyor. Öykülerinde atmosferi nasıl oluşturuyor, detaylara nasıl karar veriyorsun?
ÇY: Eğer mekân kuracaksam çizerek başlıyorum, kurmacamda görev alabilecek her şeyi yerli yerine koyuyorum; dolaşma alanlarını, belki gece karanlıkta çarpacağı bir eşya ya da gün doğumunda ışık huzmesinin camdan eve girdiğinde nereye düşeceğini o plana bağlı kalarak anlatmaya çalışıyorum. Yaşayan bir plan tabii bu, değişebilir bir şey. Bunu yapmam bazen yazarken öyküye küçük yönlendirmeler bile kazandırıyor. Dış mekân ve doğa içinde aynı şey, iyi gözlemciyseniz, sonsuz denebilecek kaynaklardan yararlanıyorsanız çoğu şeyi kotarabilirsiniz. Ortamın atmosferi için ışık çok önemli, bunu gerçek zamanlı kullanmaya dikkat ediyorum. Hava şartlarını da öyle. Bu unsurların varlığının karakterler üzerinde etkisini hissedeceğimiz, anlatıma boyut getiren ayrıtılar olduğuna inanırım. Ayrıntılarla başa çıkan yazarları da dikkatle okurum ve hayran olduklarım için şöyle şeyler hayal ederim; elimde bir adres var, nasıl gideceğimi tarif edecek birini bulmak için çevreme bakınıyorum, tesadüf ya, o sırada Per Petterson’da oradan geçiyor…
FK: “Akvaryum”, “O Sese Aldanıp Gelenler”, “Karavan”, “Alışkanlık”… Bu öykülerde karakterler belli bir alana veya belli bir duruma sıkışıp ölüm gibi kaçınılmaz hallerle yüzleşmek ve tercih yapmak zorunda kalıyorlar. Söz konusu zorunluluksa bana, son yedi sekiz aylık dönemi hatırlattı. Özgürlük uğruna ölümü göze alacağını söyleyip kendisini ortalığa saçan insanın şimdi ölüm korkusuyla evine kapandığını ve her söyleneni harfiyen yerine getirdiğini görüyoruz. Peki sence bu kadar kolay mı olmalı? Yani bir insan kendi hareket alanından, kendi özgürlüğünden bu kadar kolay mı vazgeçmeli?
ÇY: Erich Fromm’un Özgürlükten Kaçış’ında şöyle bir cümle hatırlıyorum; “Yüzyıllar boyunca özgürlüğü için savaşmış Almanlar özgürlüklerini bir anda nasıl Hitler’in eline bırakabildiler”. İnsanların böyle bir refleksi var, sunulan şey o günün şartlarıyla cazip görünebilir ya da bir gücün yönetimi altında hayatlarını sürdürmek isteyebilirler, halen de böyle. Yine Almanya üzerinden örneklersek, bölünmüş Almanya birleştikten bir süre sonra eski Doğu Almanya’da yaşayanlardan bazısı bir şehirden ötekine gitmek için izin almak zorunda olduğu zamanları göz ardı edip, küçük evlerini, küçük işlerini, küçük arabalarını, küçük hayatlarını özlediler. Bütün bunların kurmacayı ilgilendiren yanı yazarın hangi karakteri seçeceği; özgürlüğü için mücadele edeni mi, özgürlüğünü başkasına teslim edeni mi. Tabii ki kurmacasına hizmet edecek hikâyesi olan karakteri seçecek, iyi anlatılmış taraf öteki tarafı açığa çıkarır zaten.
FK: “O Sese Aldanıp Gidenler”de anlatıcı, modern insanın kentten doğaya olan minimal göçünü “sahiplikten ortaklığa geçiş” olarak tasvir ediyor. Yaratılan bu geçiş algısı öylesine başarılı ki, karakterin yeni yerleştiği evde yaşananları öğrenmesiyle birlikte ev, bir mülk olmaktan çıkıp bir beden hatta karaktere geçmişini anımsatan bir hafıza hâline geliyor. Kent ve doğa, mülk ve beden, kalabalık karşısında yalnızlık. Öyküden hareketle şunu sormak istiyorum, sence mukayeseler insan hayatında nasıl bir yere sahip?
ÇY: Çok fazla bence, hatta kıyaslamak insan için bir tür navigasyon. Başlangıcına ve sonuna kendisini koyduğu bir aralık. Bu kıyas aralığında kendisini güvende hissediyor, planlarını buna göre yapıyor, sınırlarını tanımladığı bu aralıkta güven içinde savrulabildiği kadar savruluyor. Mukayese etmenin biraz şımarıkça olduğunu bile söyleyebilirim.
Ev, bedenimizden sonraki ikinci kabuk. Varlığımızın özü bir kabuk olarak bedenin içinde ne kadar güvendeyse, beden de bir varlık olarak evin içinde o kadar güvende ve kendisine sunulan en basit konforu bile içtenlikle değil, ilkel bir ihtiyaçla kabul eder. Yaşadığımız bütün duyguların anlamını yüklediğimiz ikinci kabuk, sahibinin iklimidir, havası devamlı değişir durur. Yüceltildiği ya da günah keçisi ilan edildiği durumlar onun muhataplığının gücünü gösteriyor.
FK: “Akvaryum” ile “O Sese Aldanıp Gidenler”in birlikte yakaladığı bazı ortaklıklar var. Kıpırdayamamak ve sesini duyuramamak… Sen öykülerinde böylesi evrensel halleri ustalıkla yakalıyorsun, peki sence bu insanlık hallerinin kurmaca metinlere olan katkısı nedir?
ÇY: Aslında ikisi de kazaya uğruyor ama aralarında önemli bir fark var; “Akvaryum”daki karakter, bir vasiyeti yerine getirmek üzere çıktığı yolda araçta sıkışıyor, “O Sese Aldanıp Gidenler”deki ise seçtiği bir hayatı kurmaya çalışırken. Birinde kurtulma ihtimali çok düşük, ötekinde yüksek. Biri düştüğü derin vadiden yukarıya bakıp araçların geçtiğini varsayıyor, öteki ayağının sıkıştığı çatıdan uzakları görebiliyor. Biri edilgen, öteki etkin. Amaç, kırılganlığın ortaya çıkışını ve onun hayal edemeyeceğimiz gücünü, etkisini göstermek. Varlıkla dış ortamı arasındaki bu etkileşimin –zarar veren ya da yarar sağlayan– poetikasını ortaya koymanın, senin “evrensel haller” dediğin durumu insanın kendisine değmesini ihtimal dışında tuttuğu o uzaklıktan alıp kolay ulaşabileceği bir yere koyduğunu düşünüyorum.
FK: “Alışkanlık” isimli öykünde karakterine son safhadaki hareketi, hem mecburiyetlere son vermek hem de etken bir eylemle edilgenliği yok etmek olarak anlaşılabilir. Öyküyü asıl ilginç kılansa karakteri bu noktaya sürükleyenin bir rüya olması. Rüyalarla aran nasıl? Görülen bir rüyadan hareketle gerçeğe müdahale etmekle bir düşü gerçek kılmak arasında fark var mı dersin?
ÇY: Bilinen bir Tao hikayesi var; Chuang tzu rüyasında bir kelebek olduğunu görür. Uyanır ve kararsızlığa düşer, yoksa rüyasında Chuang tzu olduğunu gören bir kelebek midir? Chuang tzu da olsak, kelebek de olsak bu soruya cevap vermek zor. Rüyalarla aram çok iyi, karmaşık ve uzun rüyalar görürüm. Not edilmeye değer olanlarını o anda not ederim. Rüyanın günlük olayları senaryo edişine, bizim onu teslimiyetle seyredişimize, bedenin şartları zorlandığında ya da senaryonun yetersizliği nedeniyle filmi kesip bizi uyandırmasına hayranlık duyuyorum. İçimizde bize taşıttığı görsel stokları devreye sokması, bir araya getirişi, saçmalaması, önüne çıkan engelleri kayıtsızlıkla aşması tam bir algoritma. Sorunlarımı çözmeme yardım eden, etkisinde kaldığım rüyalarım olmuştur. Rüyada gözümüz kapalıyken görmek, ses olmadan duymak çok büyülü geliyor bana, hatta Chuang tzu ya da kelebek gibi eksenini şaşırtıyor insanın. Paralel evrenimiz.
FK: Anlatıcı seçimin ve kullandığın zaman kipi öykünün merkezinde yer alan duruma göre değişkenlik gösteriyor. Beş ya da altı yıl öncesine kadar öykülerde her şeye hâkim anlatıcıyı ve masalsı bir üslupla aktarılan olay örgülerini görürdük. Son zamanlardaysa anlatıcı birinci tekil şahsa yerleşip kendini şimdiki zaman kipine sıkıştırmaya başladı. Elbette her iki kullanımın da kurmaca içerisinde yeri var ancak bu konuda sen ne dersin?
ÇY: Bir Alman, bir İngiliz, Bir Fransız, bir Türk bara girip otururlar, barmen kuruladığı bardaklardan başını kaldırır, Yine mi siz, der. Sözünü ettiğin anlatıcı ve zaman sorunu sıklıkla karşılaşılan bir sorun. Yazmaya karar veren kişi eğer şanslıysa, yazma eyleminin daha en başında birisi ona, anlatıcı ve zaman kipinin bir metin için birincil sorun olduğu uyarısında bulunur. Bunun anlamı başına talih kuşu konmuş demektir (benim konmuştu). Kuşun orda ne kadar kalacağı kendisine bağlı tabii. Her anlatıcı seçimi ve her zaman kipi kullanılabilir, doğruluğunu kontrol edebilmek için yaygın yöntemler var, örneğin; yazıp bozarak denemek iyi sonuçlar veriyor, yazılan metni yüksek sesle okumak da öyle ama en iyisi bu konuyu iyice kavramak. Bunu birisi size söylemiyor bile olsa o kadar çok yazılı kaynak var ki. Dönem dönem belirli bir anlatıcı ve zaman kipinin yaygın biçimde kullanıldığını görüyoruz. Özgünlüğüyle cazibe yaratan yazarların çekimine kapılanlarla ilgili bir sorunu yoktur mutlaka ama öteki taraf, özgün anlatım biçimi olan bir başka yazarın daha ortaya çıkmasını beklemek zorunda. Söylemek istediğim şey bir usta edinmekle ilgili değil, ustaya ilişik bir yaşam sürdürmekle ilgili.
FK: Senin öykülerin ciddi bir birikimin ve uğraşın belki de en damıtılmış hâli diyebiliriz, peki yazmaya nasıl karar verdin? Ve yazmaya başladığın ilk dönemlerde kurmacanın böylesine uğraş gerektirdiği aklına gelir miydi?
ÇY: Geriye doğru bir iz arayınca yazmaya başlama ânını kestirmek çok güç, okul kompozisyonlarına kadar gider. Bu bazen de sonuçtan geriye bakıp bir çıkarım yapmak çabası gibi de duruyor, ara-bul komutu versek geçmişte birtakım izlere rastlarız mutlaka ama bul-değiştir komutu versek, değiştir, desek bugünümüzü etkilemez. Senin sorunun cevabı; Öncesinde de çok yazmıştım ama yazmanın inceliklerini bir yazı atölyesinde öğrendim. Orada okuma tercihlerim değişti. Neyi, nasıl yazacağım konusunda daha çabuk yola girdim. Tabii yazmaya karar vermekten daha önemlisi bu kararı sürdürebilmek.
Tasarım eğitimi aldığım için bir tasarımın uğraş gerektirdiğini biliyordum, yazmanın da. Ama bildiğim bir şey daha vardı; çok uğraşmanın sonucunun mutlak güzel olmayabileceği. Okulda, özellikle temel sanat eğitimi derslerinde bununla sık sık karşılaştım. Yazıda da öyle, uzun uğraş sonunda ortaya çıkan orta ölçekte bir romandan ya da kısa bir öyküden eliniz boş dönebilirsiniz. En başında hissedebileceğiniz bir şey değil bu, içinde yürüdükçe ortaya çıkıyor. Bunu öğrenmiş olmanın iki versiyonu var. Kısa olanı; şanslıysanız bunu kendiniz fark eder, yaralarınızı sarıp fazla zaman kaybetmeden bir başkasına başlamış olursunuz, uzun versiyonu; fark etmezsiniz, yazıp bitirirsiniz, okumasına güvendiğiniz arkadaşlarınıza okutursunuz, onları ikna etmeye çalışırsınız, çatışırsınız vs. Sonuçta, ciddi bir zamanı zaten kaybetmişsinizdir, bunun farkına varırsınız.
FK: Yine görsellikten dolayı bir soru sormak istiyorum, örneğin “Sarı Noktalar” veya “Boşluk”, rahatlıkla birer kısa film senaryosuna dönüştürülebilir. Bu da demektir ki, sahne tasarımına oldukça aşinasın. Sinemayla aran nasıl? Neler izlersin ya da izlediğin filmlerin, dizilerin öykülerin üzerinde etkisi var mı?
ÇY: Bazı öyküler için reklam ajansı alışkanlığıyla basit storyboardlar hazırlıyorum ya da pik sahnelerden üç dört tane desen çalışıyorum. Bir plan çıkarıp ona uygun ilerliyorum. Okul eğitiminden ve ajans deneyiminden kaynaklı olarak sahne tasarımına aşinalığım var. Bu deneyimimi mutlaka kullanıyorumdur ama dışarıdan söylendiğinde fark ediyorum, onlar benim içselleştirdiğim şeyler. Sinemayla aram iyi. Son beş altı yıldır İran, Japon ve Kore filmlerini de izleyerek seyir skalamı genişlettim. Şimdi ya da geçmişte okuduğum kitapların sinema uyarlamaları varsa onları bulup izliyorum, kıyaslamak ilgimi çekiyor. İki disiplinin de anlatım için neye ihtiyaç duyduğunu, dolayısıyla duymadığını anlamaya çalışıyorum. Filmlerden ya da dizilerden etkilenmek günlük yaşayıştan etkilenmeler gibi, bir sahnesi, atmosferi, bir repliği etkiliyor tabii ki. Özellikle başlangıçları çok seviyorum. Dizileri de ilgiyle izlerim. Frene basmak zorunda kaldığım çılgın seyir dönemlerim oluyor.
FK: Okuma alışkanlıklarından bahsetsek…
ÇY: Son beş yıldır öykü ağırlıklı okuyorum. Roman daha az. Öncesinde tam tersiydi. Geçmişte ıskaladığım ve beklettiğim kitaplar var, onları okurum. Oyun kitapları da okurum. Tiyatro metinlerinin ilgimi çeken yanı; girişte “Kişiler” başlığı altında karakterleri alt alta sıralaması, onlardan özetle bahsetmesi ve sahne dekorunun tarifi. Asıl önemlisi, sonrasında tamamen diyalog/monolog olarak yürüyen metnin bilgilendirme gücü. Bir yönlendirme olmaksızın okuyucunun kısmen kör uçuşu takip ettiği metin, diyaloglarının gücüyle, karakterlerin oyuna katılış biçimleriyle onu sonuna kadar sorunsuz götürebiliyor. Öykü anlatıcılarının bir yönüyle ihtiyaç duyacağı diyalog yazımlarına katkı sağlayacak bir anlatım biçimi olduğunu düşünüyorum.
FK: Peki sırada ne var? Yine öykülerle devam mı edeceksin yoksa roman ya da novella gibi başka türlere geçiş yapacak mısın?
ÇY: Yine öyküyle devam etmek istiyorum, masama bu amaçla oturacağım ama…
Gültekin Emre, Radikal Kitap, 13 Mart 2015 Geri Dön Hayat’ta yirmi bir yazar, intihar etmiş bir yazarın ya da bir şairin son günü ele alınıyor. Burada Öyle Biri Yok’ta ise kaybolanların, yitirilenlerin, izleri sürülenlerin üzerine yazılan yirmi bir öykü bir araya getirilmiş. Yaşarken ölen çok olmuştur. Yaşadıklarımız hangimizi ölümle burun buruna getirmedi? Ölüp ölüp dirilmeyi yaşamayan …
Özcan Yılmaz, Oggito, 22 Mart 2020 Edebiyat her şeyden önce yaratıcı bir çabadır, öyle olmalı. Bana kalırsa bir yazarın ilk düşünmesi gereken nasıl fark yaratacağı olmalı. Paulina Flores 1988 yılında Şili’nin başkenti, Santiago’da doğdu. Halkın yüzde elli altısının, Daha fazla diktatörlük istemiyoruz, diye oy kullandıkları yıl. İki yıl sonra sivil hükümet başa geldi ancak Pinochet …
Hande Öğüt, Kaos GL, 19 Ocak 2012 Eserleri 1980’lerin ortalarında tanınan; ürkütücü, rahatsız edici, düzen karşıtı deneysel metinleri ve kamusal alanda sergilemekten zevk aldığı protez koleksiyonuyla kült bir yeraltı ikonu olan Mario Bellatin, yeni keşfettiğim müthiş bir yazar. İlk kitabı ‘Flores’ten (2004) başlayarak, ‘The Large Glass’ (2007) ‘Chinese Checkers’ (2007) ve 2010 Stonewall Honor Books in …
Murat Darılmaz, K24, Nisan 2021 “Çağatay Yılmaz acele etmeden, yavaş yavaş anlatıyor, sahneleri zihnimize yerleştiriyor. Öykülerindeki ‘ölçülülük’ bir meslek hastalığı diyebiliriz. Her bir cümle tartılarak oluşturulmuş; ne bir eksik ne bir fazla. Doğa odaklı öyküleri merkezinde insan ilişkilerinin yer aldığı öykülerine göre bir tık daha yukarıda duruyor kanımca. Derdi olan öyküler anlatması, bunu yaparken de …
Çağatay Yılmaz: “Ayrıntılarla başa çıkan yazarları da dikkatle okurum ve hayran olduklarım için şöyle şeyler hayal ederim…” (Söyleşi)
Fulya Kılınçarslan, Oggito, 1 Ekim 2020
Yazmaya karar veren kişi eğer şanslıysa, yazma eyleminin daha en başında birisi ona, anlatıcı ve zaman kipinin bir metin için birincil sorun olduğu uyarısında bulunur.
Kitapları organsız bedenler olarak niteleyen Deleuze, yaşamı yargılardan kurtarmak ve oluş sürecine taşımak için sıklıkla edebiyata başvurur. Çünkü kurmaca, asla değişmeyecekmiş sanrısı yüzünden asla değişmeyen şu dünyayı tek başına değiştirebilme kabiliyetine sahip tek varlıktır. Onunla eşi benzeri olmayan makineler icat edebilir, yeni uygarlıklar kurabilir, felaketler tasarlayıp insanları yok edebilir, tek bir asayla hem denizi ikiye ayırabilir hem de o asayı bir yılana dönüştürebilirsiniz. Ama kurmacanın gücü akışkanlığında, yani toplumdan topluma aktarılabilir, her toplum için anlam taşıyabilir ve zamanla dönüşebilir olmasında yatar. Kısacası yazarlar tarafından oluşturulan bu organsız bedenler, dış dünyadaki değişime cevap verebildikleri ölçüde akışkan, dolayısıyla yaşayan birer varlıktırlar.
Çağatay Yılmaz’ın Notos Kitap tarafından yayımlanan öykü kitabı Bizi Buraya Getiren Şeyler, tam da Deleuze’ün organsız beden olarak tabir ettiği, yaşayan metinlerden oluşan akışkan bir bütün. Akışkan diyorum çünkü kitapta yer alan metinler, gündemden aşırılan basit kurgulardan ya da modern insanının belki yirmi yıl sonra kimsenin umurunda olmayacak genel geçer dertlerinden değil, yaşamın belli dönemlerinde farklı anlamlara bürünebilecek evrensel insanlık hallerinden oluşuyor. Sıkışma, kapalı kalma, hareket edememe, kaybolan insanlar, ölen insanlar, kendini zorunluluk olarak dayatan toplumsal roller… Ve daha birçok tema, cinsiyetin ön plana alınmadığı, iyi ve kötü gibi göreceli ayrımların okura birer dayatma olarak sunulmadığı metinlerde ustalıkla işleniyor.
Yeni ve değişik olanın üretimini baltalayarak yaratıcı düşüncenin önünü kesen zihniyet, –tıpkı ana akım medya gibi davranarak– sadece belli konularda yazılan öyküleri sahneye çıkarmaya çalışsa da Başka Bir Edebiyat mümkün. Bizi Buraya Getiren Şeyler, hem Başka Bir Edebiyatın mümkün olduğunu gösteren nitelikli öykü kitaplarından biri hem de son zamanların sözde protest, ama aslında farkındalıksız bir onay makamı olmaktan öteye gidemeyen öykü anlayışına karşı ince bir başkaldırı.
Fulya Kılınçarslan: Çağatay, yaşayan öyküler yazıyorsun. Bu beni çok heyecanlandırdı ve aklıma hemen Mikhael Aivanhov’un şu sözlerini getirdi: Kelimeler yalnızca soyutlamalar değil, başka kelimelerle ilişki kuran canlı varlıklardır. Ne dersin, sence yazar, kurmaca ve yaşam arasında nasıl bir ilişki var?
“Anlatacağınız şey kurmacaysa gerçek gibi olmalı, gerçekse de kurmaca gibi görünmeli.” Sözün sahibi yazarın adını hatırlamıyorum ama mealen böyle bir cümleydi. İçinde gerçeğin az ya da çok olduğu bir kurmacayı tanımlıyor, yazarı ve okuru izlediği yoldan çıkarmayacak edebi sahicilikten, artırıp eksiltmeyle kotarılacak inandırıcı bir metinden söz ediyor (fantastikler de buna dahil).
Çağatay Yılmaz: Başta sözünü alıntıladığın düşünür, yazan okuyan herkesin arka planda hissedebileceği bir ayrışmayı ortaya koymuş, sözcük benim de hayalimde canlı bir varlık. Ortamının var ettiği, izole edilmiş bir canlı. Yazara düşen, kurmacasını hayata geçirmesi için yan yana gelecek en uygun sözcükleri tek tek bulmak. Maupassant kendisine akıl hocalığı yapan Flaubert’in tavsiyelerinden şöyle bir bölüm aktarıyor: “Söylenmek istenen şey ne olursa olsun, kesinlikle onu anlatacak tek bir sözcük, canlandıracak tek bir eylem, nitelendirecek tek bir sıfat vardır. İnsan bu sözcüğü, bu eylemi, bu sıfatı buluncaya kadar uğraşmalı, hiçbir zaman yaklaşık olanla yetinmemeli, hiçbir hileye, hatta başarılı bile olsa güçlüğü yenmek için dil şaklabanlıklarına başvurmamalıdır.”
FK: Kitabın ilk öyküsü “Sarı Noktalar”, içerdiği detay ve tasvirlerle kitabın bütününe hâkim olan güçlü görselliğin girizgâhı niteliğinde. Bu açıdan baktığımızda sanat eğitimi almış olmayı hayatında hangi noktaya yerleştirirsin? Aldığın eğitim senin yazma uğraşını nasıl etkiledi?
ÇY: Aldığım eğitimin etkisi devam ediyor, o yerleşik bir şey ama çizmek/yazmak eylemlerinden hangisinin hangisini etkilediğini ayrıştırmam güç, doğanın etkisi de yoğun çünkü. Bir avantajı, belki de etkileşimlerinden estetik bir özete daha çabuk ulaşıyor olabilirim, bunu yalnızca senin soruna cevap verebilmek için izini sürdüğüm bir şey olarak kabul et lütfen. Babamın memuriyeti nedeniyle farklı şehirlerde okudum, ilkokula Doğubeyazıt’ta başlamıştım. Tabii ki Ağrı Dağı… Ay ışığı altındaki halleri. Perdeyi aralar onu seyrederek uyurdum. Her hatırlayışımda o etkisiyle ve başka halleriyle hâlâ zihnimde dolaşıyor, içime attığı bir sürü soru kaldı. Küçüklüğümde doğayla iç içe olma şansım oldu, o yüzden benzer başka şeyler de zihnimde dönüp duruyor, benim büyük hazinem. “Sarı Noktalar”a değinirsem: At iskeletine rastlayışım, eşelemek, irkinti, börtü böcek bölümü gerçek, sonrası kurmaca. Çünkü üç dört ay sonra gittiğimde iskeleti yerinde bulamadım. Onunla ilgili epeyce taslaklar falan çizmiştim. Hiçbirini hayata geçiremedim ama kurmacayla bir öyküye dönüştürebildim.
FK: Detaylar ve bu detayları kullanma stilin, senin öykülerinin en ayırt edici yanlarından biri. Dış dünyayı nasıl algılıyor, aynı manzaraya bakan on kişiden dokuzunun aynı fotoğrafı çektiği bir ülkede sen ilk neleri görüyorsun?
ÇY: Düzeneğin işleyişi küçük parçalarının hareketlenmesiyle, aynı anda bazı parçalarının da üstüne binen yüke karşı koymasıyla başlar. Bütünün hareket ettiğini görsek bile içeride olan biten bu. Çoğu olayı böyle izliyorum, kalabalığı da, insanı da, sohbetleri de. Etki tepki gibi. Kurmacada da yazar bir olay tasarlar, üzerine bastığında eğilip bükülmeyecek bir ortam hazırlar, başlatır. Sonra onlara eşlik etmeye başlar. Ne anlatacaksa, neyi anlatacaksa öyle anlatır; ya Perec’in Uyuyan Adam’ında olduğu gibi karakterin özlerini kapar kapamaz başlayan uyku serüvenini belleğinin ayrıntılı yansımalarıyla ağır ağır anlatmaya başlar ya da Carver’ın “At Başlığı” öyküsünde en başında yaptığı gibi içinde karıkoca ve iki çocuğunun da olduğu, giysi, valiz, ıvır zıvır eşya gibi ayrıntılarla dolu steyşın vagon bir arabayı motelin otoparkına yanaştırır.
FK: Öykülerinin atmosferi kes-yapıştır usulü hazırlanan dekorlardan değil ince ince tasarlanmış mekânlardan oluşuyor. Üstelik senin nesnelerin Çehov tarzı, işe yaramak üzere kurgulanmış maskülen algıdan ziyade öykünün işaret ettiği anlamı güçlendirmeye hizmet ediyor. Öykülerinde atmosferi nasıl oluşturuyor, detaylara nasıl karar veriyorsun?
ÇY: Eğer mekân kuracaksam çizerek başlıyorum, kurmacamda görev alabilecek her şeyi yerli yerine koyuyorum; dolaşma alanlarını, belki gece karanlıkta çarpacağı bir eşya ya da gün doğumunda ışık huzmesinin camdan eve girdiğinde nereye düşeceğini o plana bağlı kalarak anlatmaya çalışıyorum. Yaşayan bir plan tabii bu, değişebilir bir şey. Bunu yapmam bazen yazarken öyküye küçük yönlendirmeler bile kazandırıyor. Dış mekân ve doğa içinde aynı şey, iyi gözlemciyseniz, sonsuz denebilecek kaynaklardan yararlanıyorsanız çoğu şeyi kotarabilirsiniz. Ortamın atmosferi için ışık çok önemli, bunu gerçek zamanlı kullanmaya dikkat ediyorum. Hava şartlarını da öyle. Bu unsurların varlığının karakterler üzerinde etkisini hissedeceğimiz, anlatıma boyut getiren ayrıtılar olduğuna inanırım. Ayrıntılarla başa çıkan yazarları da dikkatle okurum ve hayran olduklarım için şöyle şeyler hayal ederim; elimde bir adres var, nasıl gideceğimi tarif edecek birini bulmak için çevreme bakınıyorum, tesadüf ya, o sırada Per Petterson’da oradan geçiyor…
FK: “Akvaryum”, “O Sese Aldanıp Gelenler”, “Karavan”, “Alışkanlık”… Bu öykülerde karakterler belli bir alana veya belli bir duruma sıkışıp ölüm gibi kaçınılmaz hallerle yüzleşmek ve tercih yapmak zorunda kalıyorlar. Söz konusu zorunluluksa bana, son yedi sekiz aylık dönemi hatırlattı. Özgürlük uğruna ölümü göze alacağını söyleyip kendisini ortalığa saçan insanın şimdi ölüm korkusuyla evine kapandığını ve her söyleneni harfiyen yerine getirdiğini görüyoruz. Peki sence bu kadar kolay mı olmalı? Yani bir insan kendi hareket alanından, kendi özgürlüğünden bu kadar kolay mı vazgeçmeli?
ÇY: Erich Fromm’un Özgürlükten Kaçış’ında şöyle bir cümle hatırlıyorum; “Yüzyıllar boyunca özgürlüğü için savaşmış Almanlar özgürlüklerini bir anda nasıl Hitler’in eline bırakabildiler”. İnsanların böyle bir refleksi var, sunulan şey o günün şartlarıyla cazip görünebilir ya da bir gücün yönetimi altında hayatlarını sürdürmek isteyebilirler, halen de böyle. Yine Almanya üzerinden örneklersek, bölünmüş Almanya birleştikten bir süre sonra eski Doğu Almanya’da yaşayanlardan bazısı bir şehirden ötekine gitmek için izin almak zorunda olduğu zamanları göz ardı edip, küçük evlerini, küçük işlerini, küçük arabalarını, küçük hayatlarını özlediler. Bütün bunların kurmacayı ilgilendiren yanı yazarın hangi karakteri seçeceği; özgürlüğü için mücadele edeni mi, özgürlüğünü başkasına teslim edeni mi. Tabii ki kurmacasına hizmet edecek hikâyesi olan karakteri seçecek, iyi anlatılmış taraf öteki tarafı açığa çıkarır zaten.
FK: “O Sese Aldanıp Gidenler”de anlatıcı, modern insanın kentten doğaya olan minimal göçünü “sahiplikten ortaklığa geçiş” olarak tasvir ediyor. Yaratılan bu geçiş algısı öylesine başarılı ki, karakterin yeni yerleştiği evde yaşananları öğrenmesiyle birlikte ev, bir mülk olmaktan çıkıp bir beden hatta karaktere geçmişini anımsatan bir hafıza hâline geliyor. Kent ve doğa, mülk ve beden, kalabalık karşısında yalnızlık. Öyküden hareketle şunu sormak istiyorum, sence mukayeseler insan hayatında nasıl bir yere sahip?
ÇY: Çok fazla bence, hatta kıyaslamak insan için bir tür navigasyon. Başlangıcına ve sonuna kendisini koyduğu bir aralık. Bu kıyas aralığında kendisini güvende hissediyor, planlarını buna göre yapıyor, sınırlarını tanımladığı bu aralıkta güven içinde savrulabildiği kadar savruluyor. Mukayese etmenin biraz şımarıkça olduğunu bile söyleyebilirim.
Ev, bedenimizden sonraki ikinci kabuk. Varlığımızın özü bir kabuk olarak bedenin içinde ne kadar güvendeyse, beden de bir varlık olarak evin içinde o kadar güvende ve kendisine sunulan en basit konforu bile içtenlikle değil, ilkel bir ihtiyaçla kabul eder. Yaşadığımız bütün duyguların anlamını yüklediğimiz ikinci kabuk, sahibinin iklimidir, havası devamlı değişir durur. Yüceltildiği ya da günah keçisi ilan edildiği durumlar onun muhataplığının gücünü gösteriyor.
FK: “Akvaryum” ile “O Sese Aldanıp Gidenler”in birlikte yakaladığı bazı ortaklıklar var. Kıpırdayamamak ve sesini duyuramamak… Sen öykülerinde böylesi evrensel halleri ustalıkla yakalıyorsun, peki sence bu insanlık hallerinin kurmaca metinlere olan katkısı nedir?
ÇY: Aslında ikisi de kazaya uğruyor ama aralarında önemli bir fark var; “Akvaryum”daki karakter, bir vasiyeti yerine getirmek üzere çıktığı yolda araçta sıkışıyor, “O Sese Aldanıp Gidenler”deki ise seçtiği bir hayatı kurmaya çalışırken. Birinde kurtulma ihtimali çok düşük, ötekinde yüksek. Biri düştüğü derin vadiden yukarıya bakıp araçların geçtiğini varsayıyor, öteki ayağının sıkıştığı çatıdan uzakları görebiliyor. Biri edilgen, öteki etkin. Amaç, kırılganlığın ortaya çıkışını ve onun hayal edemeyeceğimiz gücünü, etkisini göstermek. Varlıkla dış ortamı arasındaki bu etkileşimin –zarar veren ya da yarar sağlayan– poetikasını ortaya koymanın, senin “evrensel haller” dediğin durumu insanın kendisine değmesini ihtimal dışında tuttuğu o uzaklıktan alıp kolay ulaşabileceği bir yere koyduğunu düşünüyorum.
FK: “Alışkanlık” isimli öykünde karakterine son safhadaki hareketi, hem mecburiyetlere son vermek hem de etken bir eylemle edilgenliği yok etmek olarak anlaşılabilir. Öyküyü asıl ilginç kılansa karakteri bu noktaya sürükleyenin bir rüya olması. Rüyalarla aran nasıl? Görülen bir rüyadan hareketle gerçeğe müdahale etmekle bir düşü gerçek kılmak arasında fark var mı dersin?
ÇY: Bilinen bir Tao hikayesi var; Chuang tzu rüyasında bir kelebek olduğunu görür. Uyanır ve kararsızlığa düşer, yoksa rüyasında Chuang tzu olduğunu gören bir kelebek midir? Chuang tzu da olsak, kelebek de olsak bu soruya cevap vermek zor. Rüyalarla aram çok iyi, karmaşık ve uzun rüyalar görürüm. Not edilmeye değer olanlarını o anda not ederim. Rüyanın günlük olayları senaryo edişine, bizim onu teslimiyetle seyredişimize, bedenin şartları zorlandığında ya da senaryonun yetersizliği nedeniyle filmi kesip bizi uyandırmasına hayranlık duyuyorum. İçimizde bize taşıttığı görsel stokları devreye sokması, bir araya getirişi, saçmalaması, önüne çıkan engelleri kayıtsızlıkla aşması tam bir algoritma. Sorunlarımı çözmeme yardım eden, etkisinde kaldığım rüyalarım olmuştur. Rüyada gözümüz kapalıyken görmek, ses olmadan duymak çok büyülü geliyor bana, hatta Chuang tzu ya da kelebek gibi eksenini şaşırtıyor insanın. Paralel evrenimiz.
FK: Anlatıcı seçimin ve kullandığın zaman kipi öykünün merkezinde yer alan duruma göre değişkenlik gösteriyor. Beş ya da altı yıl öncesine kadar öykülerde her şeye hâkim anlatıcıyı ve masalsı bir üslupla aktarılan olay örgülerini görürdük. Son zamanlardaysa anlatıcı birinci tekil şahsa yerleşip kendini şimdiki zaman kipine sıkıştırmaya başladı. Elbette her iki kullanımın da kurmaca içerisinde yeri var ancak bu konuda sen ne dersin?
ÇY: Bir Alman, bir İngiliz, Bir Fransız, bir Türk bara girip otururlar, barmen kuruladığı bardaklardan başını kaldırır, Yine mi siz, der. Sözünü ettiğin anlatıcı ve zaman sorunu sıklıkla karşılaşılan bir sorun. Yazmaya karar veren kişi eğer şanslıysa, yazma eyleminin daha en başında birisi ona, anlatıcı ve zaman kipinin bir metin için birincil sorun olduğu uyarısında bulunur. Bunun anlamı başına talih kuşu konmuş demektir (benim konmuştu). Kuşun orda ne kadar kalacağı kendisine bağlı tabii. Her anlatıcı seçimi ve her zaman kipi kullanılabilir, doğruluğunu kontrol edebilmek için yaygın yöntemler var, örneğin; yazıp bozarak denemek iyi sonuçlar veriyor, yazılan metni yüksek sesle okumak da öyle ama en iyisi bu konuyu iyice kavramak. Bunu birisi size söylemiyor bile olsa o kadar çok yazılı kaynak var ki. Dönem dönem belirli bir anlatıcı ve zaman kipinin yaygın biçimde kullanıldığını görüyoruz. Özgünlüğüyle cazibe yaratan yazarların çekimine kapılanlarla ilgili bir sorunu yoktur mutlaka ama öteki taraf, özgün anlatım biçimi olan bir başka yazarın daha ortaya çıkmasını beklemek zorunda. Söylemek istediğim şey bir usta edinmekle ilgili değil, ustaya ilişik bir yaşam sürdürmekle ilgili.
FK: Senin öykülerin ciddi bir birikimin ve uğraşın belki de en damıtılmış hâli diyebiliriz, peki yazmaya nasıl karar verdin? Ve yazmaya başladığın ilk dönemlerde kurmacanın böylesine uğraş gerektirdiği aklına gelir miydi?
ÇY: Geriye doğru bir iz arayınca yazmaya başlama ânını kestirmek çok güç, okul kompozisyonlarına kadar gider. Bu bazen de sonuçtan geriye bakıp bir çıkarım yapmak çabası gibi de duruyor, ara-bul komutu versek geçmişte birtakım izlere rastlarız mutlaka ama bul-değiştir komutu versek, değiştir, desek bugünümüzü etkilemez. Senin sorunun cevabı; Öncesinde de çok yazmıştım ama yazmanın inceliklerini bir yazı atölyesinde öğrendim. Orada okuma tercihlerim değişti. Neyi, nasıl yazacağım konusunda daha çabuk yola girdim. Tabii yazmaya karar vermekten daha önemlisi bu kararı sürdürebilmek.
Tasarım eğitimi aldığım için bir tasarımın uğraş gerektirdiğini biliyordum, yazmanın da. Ama bildiğim bir şey daha vardı; çok uğraşmanın sonucunun mutlak güzel olmayabileceği. Okulda, özellikle temel sanat eğitimi derslerinde bununla sık sık karşılaştım. Yazıda da öyle, uzun uğraş sonunda ortaya çıkan orta ölçekte bir romandan ya da kısa bir öyküden eliniz boş dönebilirsiniz. En başında hissedebileceğiniz bir şey değil bu, içinde yürüdükçe ortaya çıkıyor. Bunu öğrenmiş olmanın iki versiyonu var. Kısa olanı; şanslıysanız bunu kendiniz fark eder, yaralarınızı sarıp fazla zaman kaybetmeden bir başkasına başlamış olursunuz, uzun versiyonu; fark etmezsiniz, yazıp bitirirsiniz, okumasına güvendiğiniz arkadaşlarınıza okutursunuz, onları ikna etmeye çalışırsınız, çatışırsınız vs. Sonuçta, ciddi bir zamanı zaten kaybetmişsinizdir, bunun farkına varırsınız.
FK: Yine görsellikten dolayı bir soru sormak istiyorum, örneğin “Sarı Noktalar” veya “Boşluk”, rahatlıkla birer kısa film senaryosuna dönüştürülebilir. Bu da demektir ki, sahne tasarımına oldukça aşinasın. Sinemayla aran nasıl? Neler izlersin ya da izlediğin filmlerin, dizilerin öykülerin üzerinde etkisi var mı?
ÇY: Bazı öyküler için reklam ajansı alışkanlığıyla basit storyboardlar hazırlıyorum ya da pik sahnelerden üç dört tane desen çalışıyorum. Bir plan çıkarıp ona uygun ilerliyorum. Okul eğitiminden ve ajans deneyiminden kaynaklı olarak sahne tasarımına aşinalığım var. Bu deneyimimi mutlaka kullanıyorumdur ama dışarıdan söylendiğinde fark ediyorum, onlar benim içselleştirdiğim şeyler. Sinemayla aram iyi. Son beş altı yıldır İran, Japon ve Kore filmlerini de izleyerek seyir skalamı genişlettim. Şimdi ya da geçmişte okuduğum kitapların sinema uyarlamaları varsa onları bulup izliyorum, kıyaslamak ilgimi çekiyor. İki disiplinin de anlatım için neye ihtiyaç duyduğunu, dolayısıyla duymadığını anlamaya çalışıyorum. Filmlerden ya da dizilerden etkilenmek günlük yaşayıştan etkilenmeler gibi, bir sahnesi, atmosferi, bir repliği etkiliyor tabii ki. Özellikle başlangıçları çok seviyorum. Dizileri de ilgiyle izlerim. Frene basmak zorunda kaldığım çılgın seyir dönemlerim oluyor.
FK: Okuma alışkanlıklarından bahsetsek…
ÇY: Son beş yıldır öykü ağırlıklı okuyorum. Roman daha az. Öncesinde tam tersiydi. Geçmişte ıskaladığım ve beklettiğim kitaplar var, onları okurum. Oyun kitapları da okurum. Tiyatro metinlerinin ilgimi çeken yanı; girişte “Kişiler” başlığı altında karakterleri alt alta sıralaması, onlardan özetle bahsetmesi ve sahne dekorunun tarifi. Asıl önemlisi, sonrasında tamamen diyalog/monolog olarak yürüyen metnin bilgilendirme gücü. Bir yönlendirme olmaksızın okuyucunun kısmen kör uçuşu takip ettiği metin, diyaloglarının gücüyle, karakterlerin oyuna katılış biçimleriyle onu sonuna kadar sorunsuz götürebiliyor. Öykü anlatıcılarının bir yönüyle ihtiyaç duyacağı diyalog yazımlarına katkı sağlayacak bir anlatım biçimi olduğunu düşünüyorum.
FK: Peki sırada ne var? Yine öykülerle devam mı edeceksin yoksa roman ya da novella gibi başka türlere geçiş yapacak mısın?
ÇY: Yine öyküyle devam etmek istiyorum, masama bu amaçla oturacağım ama…
İlgili Yazılar
Gidenler ve bulunamayanlar…
Gültekin Emre, Radikal Kitap, 13 Mart 2015 Geri Dön Hayat’ta yirmi bir yazar, intihar etmiş bir yazarın ya da bir şairin son günü ele alınıyor. Burada Öyle Biri Yok’ta ise kaybolanların, yitirilenlerin, izleri sürülenlerin üzerine yazılan yirmi bir öykü bir araya getirilmiş. Yaşarken ölen çok olmuştur. Yaşadıklarımız hangimizi ölümle burun buruna getirmedi? Ölüp ölüp dirilmeyi yaşamayan …
Paulina Flores Anlatmaya Doyamıyor
Özcan Yılmaz, Oggito, 22 Mart 2020 Edebiyat her şeyden önce yaratıcı bir çabadır, öyle olmalı. Bana kalırsa bir yazarın ilk düşünmesi gereken nasıl fark yaratacağı olmalı. Paulina Flores 1988 yılında Şili’nin başkenti, Santiago’da doğdu. Halkın yüzde elli altısının, Daha fazla diktatörlük istemiyoruz, diye oy kullandıkları yıl. İki yıl sonra sivil hükümet başa geldi ancak Pinochet …
Seks, Günah, Hastalık, Ölüm
Hande Öğüt, Kaos GL, 19 Ocak 2012 Eserleri 1980’lerin ortalarında tanınan; ürkütücü, rahatsız edici, düzen karşıtı deneysel metinleri ve kamusal alanda sergilemekten zevk aldığı protez koleksiyonuyla kült bir yeraltı ikonu olan Mario Bellatin, yeni keşfettiğim müthiş bir yazar. İlk kitabı ‘Flores’ten (2004) başlayarak, ‘The Large Glass’ (2007) ‘Chinese Checkers’ (2007) ve 2010 Stonewall Honor Books in …
Bizi Buraya Getiren Şeyler
Murat Darılmaz, K24, Nisan 2021 “Çağatay Yılmaz acele etmeden, yavaş yavaş anlatıyor, sahneleri zihnimize yerleştiriyor. Öykülerindeki ‘ölçülülük’ bir meslek hastalığı diyebiliriz. Her bir cümle tartılarak oluşturulmuş; ne bir eksik ne bir fazla. Doğa odaklı öyküleri merkezinde insan ilişkilerinin yer aldığı öykülerine göre bir tık daha yukarıda duruyor kanımca. Derdi olan öyküler anlatması, bunu yaparken de …