Cortázar da öykülerini büyük bir hayranlıkla okumuş, birçok kez Qurioga’ya ve yazarlığına duyduğu hayranlıktan, eserlerine dair bilgisinden bahsetmişti.
Marta Iturmendi
Latin Amerikalı yazarlardan bahsedildiğinde akla ilk gelenler García Márquez, Borges ve elbette Cortázar olur. Konuya daha hâkim olanlar Bioy Casares, Rulfo, Onetti, Monterroso, Ribeyro, Arreola ve Felisberto Hernández gibi isimleri de sayacaktır. Elena Garro ve Silvina Ocampo gibi yazarların sadece birkaç kişinin aklına gelmesi ise çok üzücü bir gerçektir. İspanyolca edebiyatın en önemli yazarlarından biri olan Horacio Quiroga da nadir bahsedilen isimlerden biridir. Bu Uruguaylı yazarın gençken Misiones ormanına olan takıntısı onun edebi üslubunu doğrudan etkiledi, her hikâyesini bir yaşam mücadelesine dönüştürdü. Hayatı boyunca birçok kayıp yaşayan Quiroga’nın metinlerinde de buna benzer temaların olması şaşırtıcı değildi. Yine de eserlerin edebi niteliğinden herhangi bir kayıp vermeden yazarının hayatını doğrudan yansıtabileceğine dair nadir bir örnekti Quiroga. Martínez Estrada’ya göre Quiroga’nın hayatı eserlerinin en dramatik ve en muazzamıydı. Bu hayatın bir kısmı kaderin elleriyle işlenmişti ama çoğunluğu yazarın kendi karakteriyle şekillendi. Nabokov’un da belirttiği gibi, bir yazarın biyografisi onun edebi üslubunun tarihçesi olmalıdır. Quiroga’nın da hayatı, yaşadığı sayısız olaya o kadar sıkı sıkıya bağlıydı ki bunlara değinmeden yazarlığını anlatmak imkânsız olur. Horacio Quiroga 1878 yılının son gününde Salto, Uruguay’da doğdu. Arjantinli bir diplomat babayla Uruguay’ın önde gelen bir burjuva ailesine mensup bir annenin oğluydu. Fakat içinde bulunduğu toplumsal ve sınıfsal şartlar, onun talihsiz bir hayat yaşamayacağının garantisi değildi. Horacio henüz birkaç aylıkken, babası çıktığı bir av gezisinde kazara vurularak öldü. On sekiz yaşındayken üvey babasının ölüsünü buldu, üstelik yüzü parçalanmış haldeydi. Üvey babası kısa süre önce geçirdiği beyin kanaması yüzünden felç olmuştu, yine de tüfeğin tetiğini ayak parmağıyla çekerek kendini vurmayı başarmıştı. Küçük yaşta iki kez yetim kalmak ve art arda dramatik kayıplar yaşamak Quiroga’nın karakterini ve kaderini derinden etkilemişti. Quiroga’ya özgü olan hiperkinetik karakteriydi. Çocukluğu boyunca bisiklete, mekanik şeylere, bir şeyler inşa etmeye bayılırdı. Birkaç yıl içinde denemediği şey kalmamıştı: Tatlı yapma, mozaik ve çanak çömlek yapımı, karınca öldürme makinesi, portakal damıtıcısı… Bu icatlardan öykülerine konu olan bile vardı.
San Ignacio’dayken kendi kulübesini, kendi kanosunu yaptı ve Paraná’ya gitmek üzere dümen tuttu. Pamuk işçisi, mate çiftçisi, öğretmen, avcı, bisikletçi ve sinema eleştirmeniydi. Motorlara neredeyse kadınlara olduğu kadar düşkündü, Buenos Aires’ten Rosario’ya kadar (yaklaşık 600 kilometre) asfaltsız yollarda sadece bir kadını tavlamak için gidip geldiğinden bahsederdi. Aynı zamanda hem sulh yargıcıydı hem de San Ignacio’daki nüfus idaresinde görevliydi. Buradaki deneyimlerinden yola çıkarak “El techo de incienso” (“Tütsülü Teras”) öyküsünü yazdı. Şurası kesindi ki, denediği her alanda istikrarsızlık sorunu yaşamış ama sadece tek bir alandan vazgeçememişti: yazmak. Yirmi iki yaşındayken ilk şiirlerini yazmaya başladı. Bu şiirlerinde Lugones ve Poe gibi isimlerden etkilendiğine dair izler vardı. Özellikle Arjantinli yazar Leopoldo Lugones’in etkisi büyüktü, hatta bu yazar, zaman içinde Quiroga’nın eğitmeni ve koruyucusuna dönüşmüştü. Aralarında ömür boyu sürecek bir arkadaşlık başlamıştı. Poe ise onu, daha sonraki öykülerinin atmosferinde büyük yer edecek olan korku temasıyla etkilemişti. Quiroga’nın Max Nordau ve Paul Verlaine’in metinlerinden etkilendiğiyse ilk öykülerinin tamamına yayılan oyunbazlık temalarında görülüyordu. 1900 yılında babasından kalan mirasla tüm 19. yüzyıl Latin Amerika entelektüellerinin hayalini gerçekleştirdi ve Paris’e gitti. Bu hayalini, “Çocukluğumda Paris’e gitmeyi hayal ederdim, Paris’e gitmeden önce beni öldürmesin diye Tanrı’ya dua ederdim. Paris benim için mutluluğun özünün dünyada hissedilebileceği bir cennet gibiydi,” sözleriyle açıklamıştı. Gösteriş meraklısı karakterine uygun frakını giydi ve birinci mevkiden bir bilet alarak Paris’e doğru yola çıktı. Dünya Fuarı’nın ödül törenine katıldı ve Montmartre Tepesi’ndeki Café Cyrano buluşmalarında Enrique Gómez Carrillo, Rubén Darío ve Manuel Machado gibi isimlerle bir araya geldi. Bu grup onda hayal kırıklığı yarattı, çünkü “çok zengin bir adam olan ve gördüğü değeri hak eden Darío hariç hepsi kendini aslında olduğundan çok daha önemli görüyordu”.
Latin Amerika’nın hayal dünyasında bir sembol olan şehir ve edebi ideal karşısındaydı işte. Tüm bunları gözünde o kadar yüceltmişti ki gerçek karşısında hayal kırıklığına uğramıştı. Dört ay sonra aynı seyahate tekrar çıkacaktı, fakat bu seyahatte bir öncekinin tam tersi hisler taşıyacaktı. Ayrıca bu sefer tüm ömrü boyunca onunla özdeşleşecek uzun sakalıyla, cebinde tek bir kuruş olmadan, inancını yitirmiş, aç bir haldeydi. Seyahat sırasında tuttuğu günlüğe bu başarısızlık hissini üstü kapalı bir şekilde yazdı: “Bu seyahat işinden vazgeçmeye başladım. Hayatımda yaptığım en aptalca şeydi. Aptalcaydı, evet çok aptalca. .… Paris’te kalmak beklenmedik felaketler zincirine dönüştü, her şeyin insafsızca kısıtlanmasıydı âdeta.” Quiroga, Fransa’nın başkentine yaptığı bu geziyi beklediği gibi geçmemesi nedeniyle bir hata olarak görse de aslında bu deneyim Avrupa’nın gizemini çözmesine ve kendi köklerine dönmesine yardım etti. Böylelikle edebi üslubunun temel unsurlarından birinin oluşmasına yardımcı oldu: yerelin yüceltilmesi. Nihayetinde Amerika kıtasının şiirsel potansiyelinin farkına vardı. “Ah benim kutsal Amerikam! Her şeyin ne kadar da yüce ve konuksever! Paris’teyken sana tapmaya başladım!”
Quiroga, Ferrando’nun silahını incelerken silah ateş aldı ve arkadaşı ağzından vurularak olay yerinde hayatını kaybetti.
Montevideo’ya döndüğünde deneysel edebiyatla uğraşan modernistler için bir örgüt kurdu. Çalışmaları zaman içinde meyvesini verdi; düzyazı ve şiirlerden oluşan Los arrefices de coral (Mercan Kayalıkları) kitabını yayımladı. Adı Uruguay’daki edebiyat çevrelerinde duyulmaya başlamış olmasına rağmen ailesindeki talihsizlikler yakasını bırakmıyordu. İki erkek kardeşi tifodan öldü. Aynı yıl (1903) kişisel hayatında da sıkıntılar başladı. En yakın arkadaşı şair Federico Ferrando, hakkında sert eleştiriler yazan Guzmán Papini ile düello yapma düşüncesinden bahsetti. Quiroga, Ferrando’nun silahını incelerken silah ateş aldı ve arkadaşı ağzından vurularak olay yerinde hayatını kaybetti. Quiroga dört gün gözaltında kaldı ama olayın kaza olduğu anlaşılınca serbest bırakıldı. Ne yazık ki bu olayın onun üstünde bıraktığı duygusal etki çok sertti. Bu yük ona ağır gelince hayatta kalan tek kız kardeşinin yanına, Buenos Aires’e taşındı. Taşınmasından kısa süre sonra fotoğrafçılığa olan ilgisi sayesinde Misiones ormanına yapılacak bir geziye davet edildi. Geziyi Leopoldo Lugones düzenliyordu ve San Ignacio’daki Cizvit Harabeleri de ziyaret edilecekti. Bu ormanla tanışması hayatını sonsuza dek değiştirecek ve eserlerinde büyük etkiler yaratacaktı. Quiroga’nın temas kurduğu öyle sıradan bir orman değildi. Arjantin, Brezilya ve Paraguay sınırında bulunan ve bölgeyi coğrafi, siyasi, kültürel ve dilbilimsel olarak ayıran Alto Paraná bölgesinin ormanıydı karşısındaki. Bölgenin zorlu ve değişken koşullarına rağmen burada, Misiones’in gizli köşesinde yaşamaya karar verdi. Bu kararın ardında hem gündelik gerçekliği hem de edebi üslubu için aradığı marjinallik vardı. Kendisi hem marjinal hem de sınırda bir dil ve üslup arıyordu. Geziden bir yıl sonra Buenos Aires’te on iki öykülük El crimen del otro (Ötekinin Suçu) kitabını yayımladı. Bu öykülerde Poe’nun Quiroga üstündeki etkisi açıkça görülüyordu. Kısa süre sonra öyküleri Arjantin’in tanınmış dergisi Caras y caretas’ta (Yüzler ve Maskeler) görülmeye başladı. Bu da Quiroga’nın edebi hayatındaki dönüm noktası olacaktı. 1905’te ormana geri döndü ve San Ignacio’da Alto Paraná’nın kıyısında bir çiftlik evi aldı ama buraya hemen taşınmadı. Üç yıl sonra kendisinden yaşça genç Buenos Aires’li öğrencisi Ana María Cires’le evlendi. İki çocukları oldu ama karısı San Ignacio’daki yaşamın zorlu şartlarına asla alışamadı. Bir süre sonra ağır bir bunalıma girdi; henüz altı yıllık evlilerken çocuklarını babalarına bırakarak intihar etti. Quiroga yine bir kayıp vermişti. Karısının tüm eşyalarını elden çıkardı ve bu ölüm hakkında sessizliğe büründü. Daha sonraları otobiyografik öykülerine yer verdiği El desierto (Çöl) kitabında bu acı deneyimle ilgili düşüncelerini şöyle anlattı:
“Aniden, korkunç bir adaletsizliğin eseri olmayan şeylerde görüldüğü üzere, Subercasaux karısını kaybetti. Birdenbire kendisini neredeyse hiç tanımayan iki yaratıkla yalnız kalmıştı. Karısı için hazırladığı, onun için düzenlediği evdeydi. Evdeki her bir çivi, duvardaki her bir fırça izi paylaştıkları mutluluğun keskin hatıralarıydı. Ertesi gün şans eseri dolabı açtığında karısının beyaz giysinin çoktan gömülmüş olduğunu fark etti, giymeye zaman bulamadığı elbisesiyse asılı duruyordu. Yaşamaya devam etmek istiyorsa geçmişin son izlerini silmesi gerekiyordu, bu hem kesin hem de ölümcül bir ihtiyaçtı. Karısına yazdığı, daha sevgili oldukları zamandan beri karısının şehirli kıyafetlerine duyduğundan da büyük bir tutkuyla sakladığı mektupları sabit ve kupkuru gözlerle yakarken bu ihtiyacın bilincindeydi. Ağlamaktan bitap düşmüş halde aşçının çocuğuyla oynamaya gitmek isteyen bir yaratığı kollarında tutmak ne demek, nihayetinde o öğleden sonra öğrendi.” Karısının trajik ölümünün ardından çocuklarını da alarak Buenos Aires’e geri döndü. Burada Aşk, Delilik ve Ölüm Öyküleri’nin yayımlanmasının ardından en çok üne kavuştuğu dönem başlayacaktı. Öyküleri eleştirmenler tarafından methediliyor, Quiroga Latin Amerika’nın en iyi öykücüleri arasında anılıyordu. Bu kitapla, o zamana kadar parçası olduğu modernizm ve dekadanlıktan ayrıldığını gösteriyordu. Kitaptaki dağ öyküleri hem özgün üslubuyla hem de işlenen konuların yeniliğiyle büyük beğeni toplamıştı. Bir yıl sonra, 1918’de çocuklarına adadığı Cuentos de la selva (Orman Öyküleri) kitabını yayımladı. Bu kitapta yer alan çocuk öykülerinden bazıları Arjantin’deki La Nación gazetesinde de yayımlandı. Quiroga’nın ünü günden güne artıyor, bir efsaneye dönüşüyordu. Maceracı karakteriyle de ilgi çekiyor, kanosuyla San Ignacio’ya yaptığı yolculuk kulaktan kulağa yayılıyordu. Artık bir takma adı bile vardı: Yabani. Bu ad, yazdığı öykülerden birinin başlığından geliyordu.
MartínFierro dergisi çevresinde birleşen, kafalarında hep Borges olan ultraist ve gelenek karşıtı Florida Grubu Quiroga’yı tamamen görmezden gelmişti.
1926’da Los desterrados (Sürgünler) kitabının yayımlanmasıyla öykücülüğünün en olgun dönemine ulaştı. Öykülerindeki uç karakter imajı artık onunla özdeşleşmişti. Sürgünde, yurtsuz olan bu karakterler güçlü doğa betimlemeleriyle birleşiyor ve Quiroga’nın ince zekâsını gösteren üslubuyla bir şahesere dönüşüyordu. Los desterrados hiç şüphesiz onun en başarılı kitabıydı. Quiroga Buenos Aires’teki varlıklı bir ailenin şımarık çocuğu olarak basit bir hayat sürmeyi reddetmiş, Misiones ormanının tehlikeleri ve zorluklarıyla ilkel bir hayat yaşamayı seçmişti. Fakat bu orman onun yazarlığını beslemiş, kendi kurmaca dünyasını oluşturmasını sağlamıştı. Böylesi bir hayat bölgenin yerlileri için bile zorken, kendini toplumdan yalıtmış, sağlığı pek de iyi olmayan bir adamın mücadelesini hayal etmek oldukça güç. Öykülerinde de son derece ayrıntılı işlediği doğa ve insan arasındaki bu çatışmada Quiroga, geleceğin roman anlayışının bir habercisi olarak da görülebilir. Hayatı boyunca zorluklara maruz kalmış ve çok fazla kayıp vermiş bir adamın, kendisine musallat olan hayaletlerle baş etmesi için etkili bir silaha ihtiyacı vardı ve bu silah edebiyattı.
“Daima (küçücük bir çocukken bile), bir insanoğlunun görebileceği en büyük işkencenin sonsuza dek –durdurak bilmeden, dinlenmeksizin– yaşamak olduğunu hissettim.” Horacio Quiroga
Quiroga zaman içinde modernizmin kozmopolit dekadanlığından vazgeçti ve daha basit bir anlatım benimsedi. O dönemler, Latin Amerika’nın ulusal edebiyatındaki temel bir çatışmaya da sahne oluyordu: medeniyete karşı barbarlık. Quiroga ilerleyen yıllarda Borges ve Arlt tarafından geliştirilecek olan öyküde yerel gelenek anlayışının öncülü olarak görülüyordu. Onun yaptığı bu geçiş, dönemin edebiyat anlayışı için oldukça cesur bir karardı. O zamanlar öyküye çok az önem veriliyor, romanla karşılaştırıldığında ikinci sırada yer alan, henüz geleneği olmayan bir tür olarak görülüyordu. Quiroga’nın modernist formları bırakıp yerel konulara ilgi duyması, kültüre “temiz bir yumruk” olarak ifade ettiği farklı bir dille yaklaşması dönemin avangard yazarlarına başkaldırı niteliğindeydi. Döneminin kimi yazarları tarafından sert eleştirilere maruz kalan Quiroga günümüzde Latin Amerika öykücülüğüne yaptığı katkılarla anılıyor. Ne var ki MartínFierro dergisi çevresinde birleşen, kafalarında hep Borges olan ultraist ve gelenek karşıtı bir grup Quiroga’yı tamamen görmezden gelmişti. Yapısal mükemmeliyete oldukça takıntılı olan bu kişiler Quiroga’yı biçimsel konuları dikkate almayan bir realist olarak değerlendiriyordu. Halbuki Quiroga kısa anlatının teknik yönlerini düşünen ilk yazarlardan biriydi, Martín Fierro grubunun onu suçladığı konularla yakından ilgilendi. Hatta son öykülerinde söz konusu yapısal mükemmelliğe ulaşmıştı. Quiroga karşıtı grupta sesi en çok çıkan kişi hiç şüphesiz Borges’ti. Hatta Quiroga’nın yazdığı öykülerin gerçek yazarının Kipling olduğunu bile iddia etmişti. Ona göre Horacia Quiroga bir çeşit Uruguay hurafesiydi. Öyküleri kötü, duygusuz ve tuhaftı. Quiroga’yı destekleyen isimler de vardı elbette. Bunlardan biri onun gibi Uruguaylı olan Onetti’ydi. Quiroga’nın ellinci ölüm yıldönümünde El país gazetesinde de yayımlanan bir konuşma yapmış, Quiroga’nın yaşadıklarını Hemingway’e olanlarla kıyaslayarak Quiroga’nın eserlerini küçük gören ikonoklast grubu eleştirmişti: “Kıskançlık ve hırs adlı iki eski fahişenin gizemli derecede bereketli birlikteliğinden sakat doğan bir düzine cüce, Quiroga’nın sanatını aykırı görüyordu. Edebiyat tarihinde ustanın öyküleri bir kenara konmalıydı ki yepyeni isimler için, kendilerini yücelten sözde elitlerin zevkleri için yeni yollar açılsın. Yani, bana göre metala işlenmiş, süslemelerden uzak olan Quiroga öyküleri, ister şehirle ister ormanla ilgili olsun, bu ülkede kimilerince yapılmış suluboyaları alkışlamak uğruna unutulacak. Teması ne olursa olsun Quiroga’nın bütün öyküleri kusursuz işlenmişti.” Aynı şekilde Cortázar da bu öyküleri büyük bir hayranlıkla okumuştu. Birçok kez Qurioga’ya ve yazarlığına duyduğu hayranlıktan, eserlerine dair bilgisinden bahsetmiş, hatta edebiyat üstüne en bilinen metinlerinden biri olan “Del cuento breve y sus alrededores”e (“Öykü ve Çevresi Üstüne”) Quiroga’dan bir alıntıyla giriş yapmıştı: “Horacio Quiroga bir dönem sadece başlığıyla bile okura göz kırpan bir “İyi Öykücü İçin Dekalog” yazmaya çalışmıştı. Dekalogdaki kaidelerin dokuzu olmasa da olur gibi düşünülebilse de, sonuncusu bana göre kusursuz aydınlatıcıdır: ‘Anlattıkların, senin de içlerinden biri olabileceğin öyküdeki karakterlerden ibaret küçük çevre dışında kimseyi ilgilendirmiyormuş gibi anlat. Öyküye hayat vermenin başka yolu yok.’1” Cortázar ne kadar gözden çıkarılabilir görürse görsün bana göre beşinci kaide de üstünde durulmayı hak ediyor: “Daha ilk kelimeden itibaren öykünün nereye gideceğini bilmeden yazmaya başlama. İyi yazılmış bir öyküde ilk üç satır neredeyse son üç satır kadar önemlidir.”2 Bu ilke sayesinde Quiroga’nın öyküleri okuru daha ilk andan yakalıyor. Bunu ispatlamak için birkaç öyküsünün nasıl başladığına bakmak yeterli: “Akıntıyla”, Başı Vurulan Tavuk”, “Anaconda” (“Anakonda”) ve “El regreso de Anaconda” (“Anakonda’nın Dönüşü”). Ne yazık ki vahşi ölümlerle örülü bu hayat benzer bir dramatik olayla sona erdi. Quiroga 19 Şubat 1937’de, elli sekiz yaşındayken intihar etti. Öldüğünde ileri derece kanser hastasıydı. Quiroga’nın üç çocuğunun da sonu babalarınınki gibi oldu. Hatta yakın arkadaşı ve öğretmeni Leopoldo Lugones de Quiroga’nın ölümünün birinci yıldönümünde intihar etti. Çok geçmeden yakın ilişkide olduğu modernist şair arkadaşı Alfonsina Storni de aynı sonu seçecekti. Arjantinli yazar Ricardo Piglia’ya göre tüm bu acı tesadüflerin açıklaması, “yazarların yazar olmayı bırakmaya ya da edebiyatın sunduğundan daha yoğun bir deneyim yaşamaya yönelik fantezileri”nde yatıyor. “Bu yüzden edebiyatın ölümü fantezileri, gerçek olana ulaşma yolu gibi görünüyor.”
İspanyolcadan çeviren Deniz Saldıran (La Grieta)
1 Horacio Quiroga, Aşk, Delilik ve Ölüm Öyküleri, Çev. Bülent Kale, Notos Kitap, Ocak 2018, s. 221. 2 a.g.e., s. 220.
Mehmet Cevat Yıldırım, K24, 17 Ocak 2021 Sürrealizme feminizmi getiren Leonora Carrington’ın metinlerinden Lewis Caroll ile André Breton’a ve sürrealizmin en temel sorusuna bir yolculuk: “Kimim ben?” 2020 yılının ikinci yarısında, 2011’de 94 yaşındaki ölümüne kadar “son sürrealist” olarak bilinen Leonora Carrington’ı ilk kez Türkçe okumak şansına eriştik. Önce Ağustos’ta Sırdaş Trompet Everest Yayınları’ndan, ardından Ekim’de Korku Evi …
Serhat Aytekin, BirGün Kitap, 21 Mayıs 2021 Kadir Işık’ın karakterleri sürekli bir arayış içinde; eski ve yeni karşılaştırması yapıyorlar. Anlatıyorlar ama her şeyi değil; çoğunlukla boşluklar bırakan karakterlerin kısa kesik cümleleri yaşamlarının birer özeti gibi Türkiye edebiyatı yeni bir yazara merhaba dedi. Kadir Işık’ın yedi öyküden oluşan Herkesten Uzakta başlıklı kitabı okurla buluştu. Işık, öykülerini, …
Behçet Çelik, Gazete Duvar, 20 Aralık 2019 Horacio Castellanos Moya’nın son romanı “Tiksinti” Notos Yayınları tarafından yayımlandı. Moya kitapta, El Salvador’a ait pek çok şeye, havasına, suyuna, insanlarına veryansın eder roman boyunca; temel meselesi, diğer iki romanında olduğu gibi, iç savaşın neden olduğu tahribattır. El Salvadorlu yazar Horacio Castellanos Moya’nın Türkçede önce Aynadaki Dişi Şeytan (2011), peşinden de Yılanlarla Dans (2015) …
Banu Yıldıran Genç, Ekspress, Şubat 2018 Adını yıllardır duyduğum David Constantine’i ancak geçtiğimiz aylarda ikinci kitabı yayımlanınca okudum. Notos’tan çıkan Midland Oteli’nde Çay uzun zamandır karşılaştığım en has edebiyat. İlk kitabı Başka Bir Ülkede’ki öykülerin tamamı ilişkilere, hatta üçlü ilişkilere odaklanmışken Midland Oteli’nde Çay’dakiler biraz daha çeşitli. İlişkiler yine var elbette, Constantine’in didiklemeyi sevdiği bir konu ama bu kez yazarı …
Horacio Quiroga: Ormanların ve Ölümün Yazarı
Marta Iturmendi, Oggito, 28 Ocak 2018
Latin Amerikalı yazarlardan bahsedildiğinde akla ilk gelenler García Márquez, Borges ve elbette Cortázar olur. Konuya daha hâkim olanlar Bioy Casares, Rulfo, Onetti, Monterroso, Ribeyro, Arreola ve Felisberto Hernández gibi isimleri de sayacaktır. Elena Garro ve Silvina Ocampo gibi yazarların sadece birkaç kişinin aklına gelmesi ise çok üzücü bir gerçektir. İspanyolca edebiyatın en önemli yazarlarından biri olan Horacio Quiroga da nadir bahsedilen isimlerden biridir. Bu Uruguaylı yazarın gençken Misiones ormanına olan takıntısı onun edebi üslubunu doğrudan etkiledi, her hikâyesini bir yaşam mücadelesine dönüştürdü. Hayatı boyunca birçok kayıp yaşayan Quiroga’nın metinlerinde de buna benzer temaların olması şaşırtıcı değildi. Yine de eserlerin edebi niteliğinden herhangi bir kayıp vermeden yazarının hayatını doğrudan yansıtabileceğine dair nadir bir örnekti Quiroga. Martínez Estrada’ya göre Quiroga’nın hayatı eserlerinin en dramatik ve en muazzamıydı. Bu hayatın bir kısmı kaderin elleriyle işlenmişti ama çoğunluğu yazarın kendi karakteriyle şekillendi. Nabokov’un da belirttiği gibi, bir yazarın biyografisi onun edebi üslubunun tarihçesi olmalıdır. Quiroga’nın da hayatı, yaşadığı sayısız olaya o kadar sıkı sıkıya bağlıydı ki bunlara değinmeden yazarlığını anlatmak imkânsız olur. Horacio Quiroga 1878 yılının son gününde Salto, Uruguay’da doğdu. Arjantinli bir diplomat babayla Uruguay’ın önde gelen bir burjuva ailesine mensup bir annenin oğluydu. Fakat içinde bulunduğu toplumsal ve sınıfsal şartlar, onun talihsiz bir hayat yaşamayacağının garantisi değildi. Horacio henüz birkaç aylıkken, babası çıktığı bir av gezisinde kazara vurularak öldü. On sekiz yaşındayken üvey babasının ölüsünü buldu, üstelik yüzü parçalanmış haldeydi. Üvey babası kısa süre önce geçirdiği beyin kanaması yüzünden felç olmuştu, yine de tüfeğin tetiğini ayak parmağıyla çekerek kendini vurmayı başarmıştı. Küçük yaşta iki kez yetim kalmak ve art arda dramatik kayıplar yaşamak Quiroga’nın karakterini ve kaderini derinden etkilemişti. Quiroga’ya özgü olan hiperkinetik karakteriydi. Çocukluğu boyunca bisiklete, mekanik şeylere, bir şeyler inşa etmeye bayılırdı. Birkaç yıl içinde denemediği şey kalmamıştı: Tatlı yapma, mozaik ve çanak çömlek yapımı, karınca öldürme makinesi, portakal damıtıcısı… Bu icatlardan öykülerine konu olan bile vardı.
San Ignacio’dayken kendi kulübesini, kendi kanosunu yaptı ve Paraná’ya gitmek üzere dümen tuttu. Pamuk işçisi, mate çiftçisi, öğretmen, avcı, bisikletçi ve sinema eleştirmeniydi. Motorlara neredeyse kadınlara olduğu kadar düşkündü, Buenos Aires’ten Rosario’ya kadar (yaklaşık 600 kilometre) asfaltsız yollarda sadece bir kadını tavlamak için gidip geldiğinden bahsederdi. Aynı zamanda hem sulh yargıcıydı hem de San Ignacio’daki nüfus idaresinde görevliydi. Buradaki deneyimlerinden yola çıkarak “El techo de incienso” (“Tütsülü Teras”) öyküsünü yazdı. Şurası kesindi ki, denediği her alanda istikrarsızlık sorunu yaşamış ama sadece tek bir alandan vazgeçememişti: yazmak. Yirmi iki yaşındayken ilk şiirlerini yazmaya başladı. Bu şiirlerinde Lugones ve Poe gibi isimlerden etkilendiğine dair izler vardı. Özellikle Arjantinli yazar Leopoldo Lugones’in etkisi büyüktü, hatta bu yazar, zaman içinde Quiroga’nın eğitmeni ve koruyucusuna dönüşmüştü. Aralarında ömür boyu sürecek bir arkadaşlık başlamıştı. Poe ise onu, daha sonraki öykülerinin atmosferinde büyük yer edecek olan korku temasıyla etkilemişti. Quiroga’nın Max Nordau ve Paul Verlaine’in metinlerinden etkilendiğiyse ilk öykülerinin tamamına yayılan oyunbazlık temalarında görülüyordu.
1900 yılında babasından kalan mirasla tüm 19. yüzyıl Latin Amerika entelektüellerinin hayalini gerçekleştirdi ve Paris’e gitti. Bu hayalini, “Çocukluğumda Paris’e gitmeyi hayal ederdim, Paris’e gitmeden önce beni öldürmesin diye Tanrı’ya dua ederdim. Paris benim için mutluluğun özünün dünyada hissedilebileceği bir cennet gibiydi,” sözleriyle açıklamıştı. Gösteriş meraklısı karakterine uygun frakını giydi ve birinci mevkiden bir bilet alarak Paris’e doğru yola çıktı. Dünya Fuarı’nın ödül törenine katıldı ve Montmartre Tepesi’ndeki Café Cyrano buluşmalarında Enrique Gómez Carrillo, Rubén Darío ve Manuel Machado gibi isimlerle bir araya geldi. Bu grup onda hayal kırıklığı yarattı, çünkü “çok zengin bir adam olan ve gördüğü değeri hak eden Darío hariç hepsi kendini aslında olduğundan çok daha önemli görüyordu”.
Latin Amerika’nın hayal dünyasında bir sembol olan şehir ve edebi ideal karşısındaydı işte. Tüm bunları gözünde o kadar yüceltmişti ki gerçek karşısında hayal kırıklığına uğramıştı. Dört ay sonra aynı seyahate tekrar çıkacaktı, fakat bu seyahatte bir öncekinin tam tersi hisler taşıyacaktı. Ayrıca bu sefer tüm ömrü boyunca onunla özdeşleşecek uzun sakalıyla, cebinde tek bir kuruş olmadan, inancını yitirmiş, aç bir haldeydi. Seyahat sırasında tuttuğu günlüğe bu başarısızlık hissini üstü kapalı bir şekilde yazdı: “Bu seyahat işinden vazgeçmeye başladım. Hayatımda yaptığım en aptalca şeydi. Aptalcaydı, evet çok aptalca. .… Paris’te kalmak beklenmedik felaketler zincirine dönüştü, her şeyin insafsızca kısıtlanmasıydı âdeta.” Quiroga, Fransa’nın başkentine yaptığı bu geziyi beklediği gibi geçmemesi nedeniyle bir hata olarak görse de aslında bu deneyim Avrupa’nın gizemini çözmesine ve kendi köklerine dönmesine yardım etti. Böylelikle edebi üslubunun temel unsurlarından birinin oluşmasına yardımcı oldu: yerelin yüceltilmesi. Nihayetinde Amerika kıtasının şiirsel potansiyelinin farkına vardı. “Ah benim kutsal Amerikam! Her şeyin ne kadar da yüce ve konuksever! Paris’teyken sana tapmaya başladım!”
Montevideo’ya döndüğünde deneysel edebiyatla uğraşan modernistler için bir örgüt kurdu. Çalışmaları zaman içinde meyvesini verdi; düzyazı ve şiirlerden oluşan Los arrefices de coral (Mercan Kayalıkları) kitabını yayımladı. Adı Uruguay’daki edebiyat çevrelerinde duyulmaya başlamış olmasına rağmen ailesindeki talihsizlikler yakasını bırakmıyordu. İki erkek kardeşi tifodan öldü. Aynı yıl (1903) kişisel hayatında da sıkıntılar başladı. En yakın arkadaşı şair Federico Ferrando, hakkında sert eleştiriler yazan Guzmán Papini ile düello yapma düşüncesinden bahsetti. Quiroga, Ferrando’nun silahını incelerken silah ateş aldı ve arkadaşı ağzından vurularak olay yerinde hayatını kaybetti. Quiroga dört gün gözaltında kaldı ama olayın kaza olduğu anlaşılınca serbest bırakıldı. Ne yazık ki bu olayın onun üstünde bıraktığı duygusal etki çok sertti. Bu yük ona ağır gelince hayatta kalan tek kız kardeşinin yanına, Buenos Aires’e taşındı. Taşınmasından kısa süre sonra fotoğrafçılığa olan ilgisi sayesinde Misiones ormanına yapılacak bir geziye davet edildi. Geziyi Leopoldo Lugones düzenliyordu ve San Ignacio’daki Cizvit Harabeleri de ziyaret edilecekti. Bu ormanla tanışması hayatını sonsuza dek değiştirecek ve eserlerinde büyük etkiler yaratacaktı. Quiroga’nın temas kurduğu öyle sıradan bir orman değildi. Arjantin, Brezilya ve Paraguay sınırında bulunan ve bölgeyi coğrafi, siyasi, kültürel ve dilbilimsel olarak ayıran Alto Paraná bölgesinin ormanıydı karşısındaki. Bölgenin zorlu ve değişken koşullarına rağmen burada, Misiones’in gizli köşesinde yaşamaya karar verdi. Bu kararın ardında hem gündelik gerçekliği hem de edebi üslubu için aradığı marjinallik vardı. Kendisi hem marjinal hem de sınırda bir dil ve üslup arıyordu. Geziden bir yıl sonra Buenos Aires’te on iki öykülük El crimen del otro (Ötekinin Suçu) kitabını yayımladı. Bu öykülerde Poe’nun Quiroga üstündeki etkisi açıkça görülüyordu. Kısa süre sonra öyküleri Arjantin’in tanınmış dergisi Caras y caretas’ta (Yüzler ve Maskeler) görülmeye başladı. Bu da Quiroga’nın edebi hayatındaki dönüm noktası olacaktı. 1905’te ormana geri döndü ve San Ignacio’da Alto Paraná’nın kıyısında bir çiftlik evi aldı ama buraya hemen taşınmadı. Üç yıl sonra kendisinden yaşça genç Buenos Aires’li öğrencisi Ana María Cires’le evlendi. İki çocukları oldu ama karısı San Ignacio’daki yaşamın zorlu şartlarına asla alışamadı. Bir süre sonra ağır bir bunalıma girdi; henüz altı yıllık evlilerken çocuklarını babalarına bırakarak intihar etti. Quiroga yine bir kayıp vermişti. Karısının tüm eşyalarını elden çıkardı ve bu ölüm hakkında sessizliğe büründü. Daha sonraları otobiyografik öykülerine yer verdiği El desierto (Çöl) kitabında bu acı deneyimle ilgili düşüncelerini şöyle anlattı:
“Aniden, korkunç bir adaletsizliğin eseri olmayan şeylerde görüldüğü üzere, Subercasaux karısını kaybetti. Birdenbire kendisini neredeyse hiç tanımayan iki yaratıkla yalnız kalmıştı. Karısı için hazırladığı, onun için düzenlediği evdeydi. Evdeki her bir çivi, duvardaki her bir fırça izi paylaştıkları mutluluğun keskin hatıralarıydı. Ertesi gün şans eseri dolabı açtığında karısının beyaz giysinin çoktan gömülmüş olduğunu fark etti, giymeye zaman bulamadığı elbisesiyse asılı duruyordu. Yaşamaya devam etmek istiyorsa geçmişin son izlerini silmesi gerekiyordu, bu hem kesin hem de ölümcül bir ihtiyaçtı. Karısına yazdığı, daha sevgili oldukları zamandan beri karısının şehirli kıyafetlerine duyduğundan da büyük bir tutkuyla sakladığı mektupları sabit ve kupkuru gözlerle yakarken bu ihtiyacın bilincindeydi. Ağlamaktan bitap düşmüş halde aşçının çocuğuyla oynamaya gitmek isteyen bir yaratığı kollarında tutmak ne demek, nihayetinde o öğleden sonra öğrendi.” Karısının trajik ölümünün ardından çocuklarını da alarak Buenos Aires’e geri döndü. Burada Aşk, Delilik ve Ölüm Öyküleri’nin yayımlanmasının ardından en çok üne kavuştuğu dönem başlayacaktı. Öyküleri eleştirmenler tarafından methediliyor, Quiroga Latin Amerika’nın en iyi öykücüleri arasında anılıyordu. Bu kitapla, o zamana kadar parçası olduğu modernizm ve dekadanlıktan ayrıldığını gösteriyordu. Kitaptaki dağ öyküleri hem özgün üslubuyla hem de işlenen konuların yeniliğiyle büyük beğeni toplamıştı. Bir yıl sonra, 1918’de çocuklarına adadığı Cuentos de la selva (Orman Öyküleri) kitabını yayımladı. Bu kitapta yer alan çocuk öykülerinden bazıları Arjantin’deki La Nación gazetesinde de yayımlandı. Quiroga’nın ünü günden güne artıyor, bir efsaneye dönüşüyordu. Maceracı karakteriyle de ilgi çekiyor, kanosuyla San Ignacio’ya yaptığı yolculuk kulaktan kulağa yayılıyordu. Artık bir takma adı bile vardı: Yabani. Bu ad, yazdığı öykülerden birinin başlığından geliyordu.
1926’da Los desterrados (Sürgünler) kitabının yayımlanmasıyla öykücülüğünün en olgun dönemine ulaştı. Öykülerindeki uç karakter imajı artık onunla özdeşleşmişti. Sürgünde, yurtsuz olan bu karakterler güçlü doğa betimlemeleriyle birleşiyor ve Quiroga’nın ince zekâsını gösteren üslubuyla bir şahesere dönüşüyordu. Los desterrados hiç şüphesiz onun en başarılı kitabıydı. Quiroga Buenos Aires’teki varlıklı bir ailenin şımarık çocuğu olarak basit bir hayat sürmeyi reddetmiş, Misiones ormanının tehlikeleri ve zorluklarıyla ilkel bir hayat yaşamayı seçmişti. Fakat bu orman onun yazarlığını beslemiş, kendi kurmaca dünyasını oluşturmasını sağlamıştı. Böylesi bir hayat bölgenin yerlileri için bile zorken, kendini toplumdan yalıtmış, sağlığı pek de iyi olmayan bir adamın mücadelesini hayal etmek oldukça güç. Öykülerinde de son derece ayrıntılı işlediği doğa ve insan arasındaki bu çatışmada Quiroga, geleceğin roman anlayışının bir habercisi olarak da görülebilir. Hayatı boyunca zorluklara maruz kalmış ve çok fazla kayıp vermiş bir adamın, kendisine musallat olan hayaletlerle baş etmesi için etkili bir silaha ihtiyacı vardı ve bu silah edebiyattı.
Quiroga zaman içinde modernizmin kozmopolit dekadanlığından vazgeçti ve daha basit bir anlatım benimsedi. O dönemler, Latin Amerika’nın ulusal edebiyatındaki temel bir çatışmaya da sahne oluyordu: medeniyete karşı barbarlık. Quiroga ilerleyen yıllarda Borges ve Arlt tarafından geliştirilecek olan öyküde yerel gelenek anlayışının öncülü olarak görülüyordu. Onun yaptığı bu geçiş, dönemin edebiyat anlayışı için oldukça cesur bir karardı. O zamanlar öyküye çok az önem veriliyor, romanla karşılaştırıldığında ikinci sırada yer alan, henüz geleneği olmayan bir tür olarak görülüyordu. Quiroga’nın modernist formları bırakıp yerel konulara ilgi duyması, kültüre “temiz bir yumruk” olarak ifade ettiği farklı bir dille yaklaşması dönemin avangard yazarlarına başkaldırı niteliğindeydi. Döneminin kimi yazarları tarafından sert eleştirilere maruz kalan Quiroga günümüzde Latin Amerika öykücülüğüne yaptığı katkılarla anılıyor. Ne var ki Martín Fierro dergisi çevresinde birleşen, kafalarında hep Borges olan ultraist ve gelenek karşıtı bir grup Quiroga’yı tamamen görmezden gelmişti. Yapısal mükemmeliyete oldukça takıntılı olan bu kişiler Quiroga’yı biçimsel konuları dikkate almayan bir realist olarak değerlendiriyordu. Halbuki Quiroga kısa anlatının teknik yönlerini düşünen ilk yazarlardan biriydi, Martín Fierro grubunun onu suçladığı konularla yakından ilgilendi. Hatta son öykülerinde söz konusu yapısal mükemmelliğe ulaşmıştı.
Quiroga karşıtı grupta sesi en çok çıkan kişi hiç şüphesiz Borges’ti. Hatta Quiroga’nın yazdığı öykülerin gerçek yazarının Kipling olduğunu bile iddia etmişti. Ona göre Horacia Quiroga bir çeşit Uruguay hurafesiydi. Öyküleri kötü, duygusuz ve tuhaftı. Quiroga’yı destekleyen isimler de vardı elbette. Bunlardan biri onun gibi Uruguaylı olan Onetti’ydi. Quiroga’nın ellinci ölüm yıldönümünde El país gazetesinde de yayımlanan bir konuşma yapmış, Quiroga’nın yaşadıklarını Hemingway’e olanlarla kıyaslayarak Quiroga’nın eserlerini küçük gören ikonoklast grubu eleştirmişti: “Kıskançlık ve hırs adlı iki eski fahişenin gizemli derecede bereketli birlikteliğinden sakat doğan bir düzine cüce, Quiroga’nın sanatını aykırı görüyordu. Edebiyat tarihinde ustanın öyküleri bir kenara konmalıydı ki yepyeni isimler için, kendilerini yücelten sözde elitlerin zevkleri için yeni yollar açılsın. Yani, bana göre metala işlenmiş, süslemelerden uzak olan Quiroga öyküleri, ister şehirle ister ormanla ilgili olsun, bu ülkede kimilerince yapılmış suluboyaları alkışlamak uğruna unutulacak. Teması ne olursa olsun Quiroga’nın bütün öyküleri kusursuz işlenmişti.” Aynı şekilde Cortázar da bu öyküleri büyük bir hayranlıkla okumuştu. Birçok kez Qurioga’ya ve yazarlığına duyduğu hayranlıktan, eserlerine dair bilgisinden bahsetmiş, hatta edebiyat üstüne en bilinen metinlerinden biri olan “Del cuento breve y sus alrededores”e (“Öykü ve Çevresi Üstüne”) Quiroga’dan bir alıntıyla giriş yapmıştı: “Horacio Quiroga bir dönem sadece başlığıyla bile okura göz kırpan bir “İyi Öykücü İçin Dekalog” yazmaya çalışmıştı. Dekalogdaki kaidelerin dokuzu olmasa da olur gibi düşünülebilse de, sonuncusu bana göre kusursuz aydınlatıcıdır: ‘Anlattıkların, senin de içlerinden biri olabileceğin öyküdeki karakterlerden ibaret küçük çevre dışında kimseyi ilgilendirmiyormuş gibi anlat. Öyküye hayat vermenin başka yolu yok.’1” Cortázar ne kadar gözden çıkarılabilir görürse görsün bana göre beşinci kaide de üstünde durulmayı hak ediyor: “Daha ilk kelimeden itibaren öykünün nereye gideceğini bilmeden yazmaya başlama. İyi yazılmış bir öyküde ilk üç satır neredeyse son üç satır kadar önemlidir.”2 Bu ilke sayesinde Quiroga’nın öyküleri okuru daha ilk andan yakalıyor. Bunu ispatlamak için birkaç öyküsünün nasıl başladığına bakmak yeterli: “Akıntıyla”, Başı Vurulan Tavuk”, “Anaconda” (“Anakonda”) ve “El regreso de Anaconda” (“Anakonda’nın Dönüşü”). Ne yazık ki vahşi ölümlerle örülü bu hayat benzer bir dramatik olayla sona erdi. Quiroga 19 Şubat 1937’de, elli sekiz yaşındayken intihar etti. Öldüğünde ileri derece kanser hastasıydı. Quiroga’nın üç çocuğunun da sonu babalarınınki gibi oldu. Hatta yakın arkadaşı ve öğretmeni Leopoldo Lugones de Quiroga’nın ölümünün birinci yıldönümünde intihar etti. Çok geçmeden yakın ilişkide olduğu modernist şair arkadaşı Alfonsina Storni de aynı sonu seçecekti. Arjantinli yazar Ricardo Piglia’ya göre tüm bu acı tesadüflerin açıklaması, “yazarların yazar olmayı bırakmaya ya da edebiyatın sunduğundan daha yoğun bir deneyim yaşamaya yönelik fantezileri”nde yatıyor. “Bu yüzden edebiyatın ölümü fantezileri, gerçek olana ulaşma yolu gibi görünüyor.”
İspanyolcadan çeviren Deniz Saldıran (La Grieta)
1 Horacio Quiroga, Aşk, Delilik ve Ölüm Öyküleri, Çev. Bülent Kale, Notos Kitap, Ocak 2018, s. 221.
2 a.g.e., s. 220.
İlgili Yazılar
Leonora Carrington, Alice ve Nadja: sürrealizmin harikalar diyarında
Mehmet Cevat Yıldırım, K24, 17 Ocak 2021 Sürrealizme feminizmi getiren Leonora Carrington’ın metinlerinden Lewis Caroll ile André Breton’a ve sürrealizmin en temel sorusuna bir yolculuk: “Kimim ben?” 2020 yılının ikinci yarısında, 2011’de 94 yaşındaki ölümüne kadar “son sürrealist” olarak bilinen Leonora Carrington’ı ilk kez Türkçe okumak şansına eriştik. Önce Ağustos’ta Sırdaş Trompet Everest Yayınları’ndan, ardından Ekim’de Korku Evi …
Sorular, arayışlar, gedikler
Serhat Aytekin, BirGün Kitap, 21 Mayıs 2021 Kadir Işık’ın karakterleri sürekli bir arayış içinde; eski ve yeni karşılaştırması yapıyorlar. Anlatıyorlar ama her şeyi değil; çoğunlukla boşluklar bırakan karakterlerin kısa kesik cümleleri yaşamlarının birer özeti gibi Türkiye edebiyatı yeni bir yazara merhaba dedi. Kadir Işık’ın yedi öyküden oluşan Herkesten Uzakta başlıklı kitabı okurla buluştu. Işık, öykülerini, …
Sadece suçlarıyla var olan ülkesinden tiksinen adam
Behçet Çelik, Gazete Duvar, 20 Aralık 2019 Horacio Castellanos Moya’nın son romanı “Tiksinti” Notos Yayınları tarafından yayımlandı. Moya kitapta, El Salvador’a ait pek çok şeye, havasına, suyuna, insanlarına veryansın eder roman boyunca; temel meselesi, diğer iki romanında olduğu gibi, iç savaşın neden olduğu tahribattır. El Salvadorlu yazar Horacio Castellanos Moya’nın Türkçede önce Aynadaki Dişi Şeytan (2011), peşinden de Yılanlarla Dans (2015) …
Dert bizde derman bizde
Banu Yıldıran Genç, Ekspress, Şubat 2018 Adını yıllardır duyduğum David Constantine’i ancak geçtiğimiz aylarda ikinci kitabı yayımlanınca okudum. Notos’tan çıkan Midland Oteli’nde Çay uzun zamandır karşılaştığım en has edebiyat. İlk kitabı Başka Bir Ülkede’ki öykülerin tamamı ilişkilere, hatta üçlü ilişkilere odaklanmışken Midland Oteli’nde Çay’dakiler biraz daha çeşitli. İlişkiler yine var elbette, Constantine’in didiklemeyi sevdiği bir konu ama bu kez yazarı …