Şiirsel bir dili olduğu söylenen öykü ve romanlardan ürküyorum. Çoğunlukla roman ya da öykü olamayan eserlerin mazereti oluyor böyle niyetler ve nitelemeler. Sözüm ona şiirselliği, kararsız bir nesirde biçem ve duyarlık bütünlüğünü sağlamak üzere katkı malzemesi olarak kullanmaya çalışanlar var; bana öyle geliyor ki, nesir türüne özgü avantajları kullanma zorluğu ve sorumluluğundan da kurtulmuş oluyorlar böylece. Nesir, şiirsel olamaz mı? Olur. Ama onun içinden, özünden, kendisinden gelmiyor, o olarak doğmuyor bu kötü örneklerdeki şiirsellik; böylece eser, şiirsel bir gerçekliği dile getiremediği gibi, öykü ve romanın olanaklarını genişleteceğine, daraltıyor da. Türkçesi Notos Kitap tarafından ikinci baskı olarak yayınlanan Hrabal’ın kitabında şiirsellik dekora dönüşmeden, hiçbir eklenmişlik ya da yapıştırılmışlık duygusu vermeden, anlatının -deyim uygunsa- organik bir niteliği olarak ortaya çıkıyor; harici bir şiir veya şiirsellik değil söz konusu olan; şiirsellik, metnin kaynağından doğuyor ve doğrusu, böylece öykü ve romana iliştirilmiş bir ‘gibi’likten de çok uzakta duruyor. Bu nitelik, metnin ruhunun elverdiği yerlerde belirsizleştiği gibi, ona ihtiyaç duyulan yerde, akıp giden anlatıdan başka bir şey olmadan, şiddetle hissedilir ölçüde belirginleşebiliyor. Dilin, dile getirişten ayrıştırılmayacağı bir kitap yazmış Hrabal. Onda üslup ve dil aynı şey.
İRONİ
Metnin, ironi ile ilişkisi bakımından da benzer şeyleri söyleyebileceğimizi düşünüyorum kitap hakkında. Asıl dilin bir niteliği olduğundan şüphe etmeyeceğiniz, ustaca kotarılmış, ciddiyet görünümlü, tam ayar bir ironi var kitapta. Hrabal’ın ironisi, yurttaşı Kundera’nınki gibi açık bir ironi değil; üstü ‘örtülerek’ daha belirgin ya da alımlanır hale getirilmiş bir ironi söz konusu onda. Roman kişisi ya da yazar, mizahını ciddiyet, karamsarlık, kayıtsızlık ve boyun eğmişlikle yapıyor; mizah sayesinde karakter ya da kahramanına, roman anlatıcısına ya da okuruna karşı bir üstünlük elde etmiyor. Oysa Kundera, yarattığı karakteri tam gülünç olmanın sınırlarına kadar götüren, açık, iştahlı bir ironi anlayışına sahiptir ve sık sık otorite söylemiyle roman anlatıcısına ve okura ayar verir; karakterle kendisini ve roman anlatıcısını ayırır; okura roman dilinin dışından bir dille ve kendi ağzından okuma yardımında bile bulunur sık sık.
ARA NOT
Edebiyatta veya sahnede, gerçek yaşamda olduğu gibi, ‘tam gülünç’ olanı kendimizden dışlar ve ona gülerek kendimizden -deyim uygunsa- boşalırız. Bu ise, yapılanı sanat olmaktan çıkarır. Oysa ironinin, hümorun malzeme olduğu öykü ve romanların okuru olarak, nadiren güldüğümüz, çoğunlukla gülümsemekle yetindiğimiz şeyler, anlayabildiğimiz karakter ya da kahramanlardır; yani bizizdir. Salt gülünç olana -ihtiyatlı bir şekilde, diyelim komediye- dönüşmemiş ironide kendimizden boşalmak yerine, kendimize geliriz, kendimizi tanırız. Bu ise, karakterle kurabildiğimiz anlayış bağı sayesindedir ki bu bağı kurma olanağı sağlayıp sağlamamak, bir edebi eserin ‘to be or not to be’sidir.
VAROLUŞÇU FELSEFE-NİHİLİST ESTETİK
Yazarın şiirsellik ve ironi konularındaki bu başarısını kişisel yetenekleri yanında, fakat daha çok, kitabın çok önemli bir boyutu olan (belki de yazarın) -felsefi konumlanışından kaynaklı olduğunu söyleyebilir miyiz? Sanki evet… Kitap; Shopenhauer, Nietzsche, Sartre hattına oturmuş gördüğümüz çok önemli bir düşünce tarihi sorgulamasının -tam da bu hattın bir yatkınlığı olarak- sanatsal dışa vurumunu da temsil ediyor bizce. Nietzsche ile ilişkili ifade edersek; mani”si törpülenmiş, matlaştırılmış fakat “fest”i yerli yerinde kalmış bir metin söz konusu… Sartre ile ilişkili ifade edersek; “hiç”likten “varlık”a doğru değil de, aksi yönde bir yerde ilerlemiş ve istikrar bulmuş gibi duruyor… Bu yüzden, Hrabal’ı, andığımız felsefi hattın bir çeşit negatifi diye görebileceğimizi düşünüyorum. Nietzsche’nin ‘üstün insan’ının negatifi bir ‘küçük insan’ bu. Nietzsche’nin yıkıcı ve yüceltilmiş dili yerine onun müsekkin almış hali gibi görünen, ama aynı diyebileceğimiz bir meydan okumayla yıkım ve tersine yüceltme eylemini sürdürüyor bu kahraman. Sözün burasında dramatizasyonu özenle nötralize edilmiş, törpülenmiş bir Dostoyevski kahramanı olarak da görebiliriz roman kahramanını. Kötümserliği aşmış bir kötümserlik yatağı bulmuş biri var karşımızda; debisi istikrarlı; ne köpürüyor, ne coşuyor ne de bir katarsis armağan ediyor okura; fakat rengi hep koyu, kıvamlı, bulanık. Bu bulanıklığın, söylemeye hacet yok, kendine özgü bir güzelliği var.
Elimizdeki kitap, modernist romanın izindedir ve o romanın kök referanslarından olan Dostoyevski’ye, özellikle de Yer Altından Notlar kitabına sık sık şapka çıkarır, selam veririz okurken. Yazarın yer yer Kafka ve Nietzsche’ yi de yakın ölçülerde çağrıştıran ‘trajik-nihilist estetizm’i; Sartre ve Camus’den miras varoluşçuluk ile kendine göre yol alırken, yurttaşı Kundera’dan tanış olduğumuz, yazarın kendi ifadesiyle, Çek ironisini de içselleştirmiş, kendine özgü kalmış görünür.
Modern romanın izinden gitmiş ama onunla yeterince hesaplaşmamış edebiyatımız için bir eskiz ya da etüt alanı olacak romanlar arasına katabileceğimizi düşünüyorum bu romanı. Ne yazık ki, kalan kitaplarını (İngilizce e-kitaplarını) edinmiş olsam da henüz bu sezgilerimi doğrulayacak ölçüde bir okuma gerçekleştirememiş bulunuyorum yazar hakkında.
UYGARLIKLAR, ANLAYIŞLAR VE TARAF KISKACI
Kitabı ilginç kılan yanlardan biri de felsefe ve feylesof referansları. Shopenhauer, Kant, Hegel, Herder, Sartre, Camus, Aristoteles, Platon, Göthe, Sneca, Demosthenes ve Lao Tzu bunlardan altını çizebildiklerimiz. Hellenizm, klasik lise, edebiyat ve beşeri bilimler fakültelerine yapılan ironik göndermeler de dikkate alındığında, anlatıcı kahramanın ya da onu entelektüelize ve estetize eden yazarın salt reel sosyalizm muhalifi, yetenekli ve yaratıcı bir yazar olmadığını, bunun ötesinde, metnin bir edebiyat eseri olması konusunda titizliğini elden bırakmayan bir ‘uygarlık sorgulayıcısı’ (bizce bu bir yazar tarifidir’) olduğunu fark edebiliyorsunuz.
Bu sorgulamanın bir yanı Doğu- Batı ikiliği ise (Lao Tzu bundan sık baş vurulan bir referans), bir yanı da batının doğusu ile batısı (Batı Avrupa-Doğu Avrupa) olarak görünüyor bize. Bu yüzden, kitabın sonunda eserle ilgili bir eleştirisi yer alan Vaclaw Jamek’in bir Çek, bir Doğu Avrupalı olduğu (ya da öyle göründüğü) halde yukarıdaki saptamayı yap(a)mamış olmasını yadırgıyoruz… Sözünü ettiğim yazının ayrıntısına giremeyeceğim, kitabı okuyan bu yazıyı da okuyabilmektedir: Romanın yazar tarafından tanınmış üç versiyonu olduğundan, yazardaki yazma edimine alışkanlık ölçüsünde bağlı kalıştan, farfara (lümpen diyelim) tipleri yazmasından, yazarın dilinin onun ‘vitalizm’inin bir uzantısı olmasından söz ettikten sonra ‘Metafizik atlet İsa’ ve ‘hayal kırıklığının bilgesi Lao Tzu’ arasındaki karşıtlığa sözü getirip, Hrabal’ın İsa’nın tarafını tuttuğunu söylemesi doğrusu tuhafımıza gidiyor.
Bize sorarsanız, bir yeri tuttuğu yok yazarın (ya da bu kitaptaki yazarın); değindiğimiz gibi sorguluyor, uygarlık yönlerine, düşünce referanslarına işaret ediyor; onlarla birlikte ve onlara göre değer yargısal olmadan, öykünün gidişine ve anlatıcı kahramanın karakterine, onlar sayesinde açılımlar sağlıyor. Bu yüzden, ‘tezli’ bir kitap olduğunu düşünmüyorum bu kitabın. Değini kesinliğinde (öylesine yalın) ya da dekor gerçekliğinde Nazizmi ve Sosyalizmi (ya da Çekoslovakya siyasal iktidarını) eleştirmekten başka romanını var eden başkaca bir temel siyasi tercihi yok bizce. Hatta bu apaçık eleştiriler bile öteki taraf olmaya bigâne sorgular hizasına indirgenmiş durumda bizce, muğlaklığına değilse eğer. Dolayısıyla, batı ve Doğu ikilemi kadar Doğu ve Batı Avrupa gerçekliklerinin varlığını eserin olanakları içinde rahatça sezinleyebiliyor, edebiyat beğenisi olgunlaşmış okur.
Eleştirmenlerin eser ve yazarları edebiyat dışındaki bilme biçimlerine çekerek yorumlamaları zaman zaman zenginlik katabiliyor okuma eylemine. Buna karşın edebiyatın içinde kalarak yapılan eleştiri gün geçtikçe azalmakta ve edebiyat eserinin deneyimlenmesi de başka bilme biçimlerine ‘göre’leşmekte, gün geçtikçe. Bunda edebiyatçının, edebiyat dışından gelen ‘tanınma’yı ihtiyatsızca olumlamasının önemli bir payı var. Vaclaw Jamek yazısı belki de bu gerçeklik karşısındaki artan duyarlığımızdan ötürü bize bu türden bir yazı gibi geldi. ‘Paris gözü’ de diyebileceğimiz bu gözün -hadi biz de kullanalım bu nitelemeyi- muhalif Doğu Avrupa edebiyatına yaklaşımının, bu edebiyat yaratıları ve ‘meal’leri üzerindeki etkileri, dar oryantalizm klişelerinin ötesinde, çalışılmaya değer bir konu bizce, tıpkı post modern dönemde bizim edebiyatımız için söz konusu olduğu gibi.
Burada şimdilik şunu söylemekle yetinmeliyim: Reel sosyalizmler tarafından siyasal bulunduğu için baskılanmış, sansüre uğramış kitapların karşı siyasal cephede yükseltilmesinde ‘Jdanovcu’ sansür gerekçelerini doğrulayan bir siyasallık olması rahatsız edici bir durumdur. Soğuk savaş sıkışmasında çaresiz olan yazarın bunu görmesi kadar, gördüğünde eleştirmesinin güçlüğü anlaşılır bir durumdur. Bunu bugün daha açık görebilir, dile getirebilir ve sanat eserini soğuk savaş mengenesinin izlerinden kurtarabiliriz.
MUHALİFLERİN BENZERLİĞİ
Kitabın ve yazarının 1968’ de Çekoslovakya’nın Rus (ya da Varşova Paktı) askerlerince işgalinin ardından oluşan koşullar dikkate alınmadan değerlendirilmesi elbette bir eksiklik olurdu. Çünkü her Çek gibi bir milat bu olay, yazar için de. Öyle ki, yaşam öyküsüne, öteki eserlerinin tanıtımlarına ve hakkında yazılanlara bakıldığında, bundan önce ve sonra olarak iki Hrabal’dan bile söz etmek mümkün görünüyor. Bu konuda, kitabın sonunda yer alan Vaklaw Jamek’in yazısı da oldukça aydınlatıcı.
Dolayısıyla bu kitapta, yeterli kontrol ve denge güvenceleri olmayan siyasal düzenlerin adları ya da kuruluş amaçlarından ne denli uzaklara savrulabileceği gerçeğini; yazar, mekân, zaman ve romanı birlikte değerlendirerek bir kere daha kavrayabiliyoruz. Buradaki sorun bizce bütün siyasal sistemler için geçerlidir, sadece sosylizm(ler) için değil: Kaybolan aydınlanma düzenleri, sosyalizmler, nasyonal sosyalizmler, liberal demokrasiler ve ulusal kurtuluşlar… Zalim bir sistem-kamp rekabeti ve savaşı ile birlikte, varoluş misyon ve vizyonlarını güvenceye alacak kurum ve düzenekler yaratamayan siyasal yapılar, başlangıçtaki iktidar içeriklerini iktidarı fiilen eline geçirenler lehine, onları azdırarak kaybediyor ve iktidarın bekasını her şeyden üstün tutan iktidarlar olarak ne söylerse söylesinler birbirlerine benziyorlar.
Öyleyse Hrabal, muhalif Doğu Avrupa edebiyatı vurgusundan çok muhalif edebiyat vurgusuyla okunmalıdır savını rahatlıkla ileri sürebileceğimizi düşünüyorum. Bunun sayesinde soğuk savaşın sınırlayıcı bakış açılarını -artık!-bu güne taşımamış olurken, soğuk savaşın öte yakasındaki muhalif edebiyatla bu yakasındaki muhalif edebiyatın ortak yanlarını da görebilmiş oluruz. Doğu Avrupa veya sosyalist ana karalar muhalif edebiyatı aynı dönemdeki kapitalist- emperyalist periferi ve ana karaları muhalif edebiyatları ile kurulu düzen muhalif olmaları bakımından aynı kategori içinde ele alınabilir düşüncesindeyim. Ya da artık bu türden bir bakış açısı da geliştirebiliriz: Birbiri ile savaşan siyasal sistemler içinde yer alan ve sistemlerin vaatlerinden arınmış iktidarlarının insani dile geliş, yaşayış ve varoluşa olanak tanımayan baskıcılığındaki benzerliktir bu. Bir başka ifadeyle, siyasanın içeriksizleşerek, iktidarın mutlaklaşması ve dünya çapında birbirini var eden bir iktidarlar savaşına dönüşmesi ve her iki yakada muhalif pozisyonları ve yaratı olanakları ile birbirine benzeyen sanatların varlığıdır söz konusu olan.
Edebiyat, birbiri ile mücadele eden bu iktidarların reelleştiği (sistemleşerek insanileşmekten uzaklaştıkları) her yerde muhalifleşmiş ve o ölçüde biribirine yakınlaşmıştır. Bu bakkmdan Mc Cartici olsun, nazi, nasyonal sosyalist, Stalinci veya Sovyetçi olsun baskıya uğramış bütün gerçek edebiyatçılar bir bakıma aynı geleneği temsil ederler diyebiliriz, aradan geçen zamanın tarihsel, sosyolojik, siyasal olgulara mesafeli ya da farklı bakabilme olanaklarından yararlanarak. Onlar macerası/meandrosu/gövdesi “bir” olan akarsuyun olsa olsa “farklı” kollardır. Ana maceraya katkılarının az ya da çok olması, yer yer yatağı kendilerine katma çabalarının varlığı ve kendine benzeyeni tersinmeleri söz konusudur elbette ve bu yanlarıyla ayrıca ele alınmayı hak etmektedirler. Bizce bu birbirine karşı cephelerde görünen ya da gösterilen muhalif edebiyatlar tıpkı muhalifi oldukları savlanan siyasal düzenler gibi aynı ‘modernite’nin farklı yüzleridir.
Burada, bu her iki yakadaki muhalif edebiyatların birliğini ya da benzerliğini destekleyen olgulardan birinin, her iki sanatın da soğuk savaş sonrasında siyasal muhalefet edemez hale gelmiş olduklarını söylemekle yetinelim ve yazıyı bitirelim. Son saptamamız bir yazıya dönüşebilir mi? Umalım ki öyle olur.
Warning: Trying to access array offset on value of type bool in /home/notoskitap/public_html/wp-content/plugins/nm-custom-code/includes/post-social-share.php on line 16
Claudia Castro Luna, çev. Oğuz Tecimen, Oggito, 12 Aralık 2019 Horacio Castellanos Moya ile Tiksinti eseriyle tanışmıştım. El Salvador’da yaşayan babam hediye etmişti kitabı. “Bilgine,” demişti babam o zaman, “bu kitap mimli, buradaki birçok insan ona karşı.” 119 sayfayı bir oturuşta soluksuz okumuştum, her sayfasından deha ve keskin bir mizah akıyordu. Her sözcüğüne hayran kalmıştım, kitabı bitirdiğimde El Salvador’da …
Adalet Çavdar, Kitapsever, Sayı: 9, 9 Mayıs 2019 Patafizik biliminin kurucusu Alfred Jarry’nin 1902’de yayımlanan romanı Süper-Erkek, insanın kendini aşarak sonsuzluğa uzanma potansiyelini açığa çıkaran aşk ve ‘aşk yapma’ fiilini hem mekanik hem de şiirsel haliyle işliyor. Alfred Jarry 1873 – 1907 yılları arasında yaşayan Fransız oyun yazarı, şair, romancı, filozof ve çizer. Patafizik biliminin …
Aksu Bora, Birikim, 5 Kasım 2020 “Kimsenin ilham perisi olmaya vaktim yoktu. Aileme isyan etmekle ve sanatçı olmayı öğrenmekle meşguldüm.” Böyle demiş Leonora Carrington ta 1983’te kendisiyle yapılan bir söyleşide. “Sürrealistlerin kadınları” üzerine yazılıp çizilen onca şeyden sonra iyi geliyor, değil mi? Hani o çocuk-kadın, güçlü cinsellik/zayıf benlik, varlığıyla ilham veren, rüyaları ve sanatı kışkırtan, …
Melisa Kesmez, Sabit Fikir, 4 Temmuz 2013 Zambra muhteşem karakterler yaratmanın peşine düşmüyor. Onun karakterleri sıradan olmalarıyla akılda kalıyor. Yazı yazmanın doğasına dair tonla enteresan mesele içinde bir tanesi -son dönemde denk geldiğim kitaplardan olacak- özellikle meşgul ediyor aklımı. O da, bir kitabın ne kadar kurmaca olursa olsun, hayatın süreğenliği içinde yaratılan bir şey olması …
Hrabal’ın Gürültülü Yalnızlığı Üzerine Notlar
Ferruh Tunç, Oggito, 3 Temmuz 2020
ŞİİRSELLİK
Şiirsel bir dili olduğu söylenen öykü ve romanlardan ürküyorum. Çoğunlukla roman ya da öykü olamayan eserlerin mazereti oluyor böyle niyetler ve nitelemeler. Sözüm ona şiirselliği, kararsız bir nesirde biçem ve duyarlık bütünlüğünü sağlamak üzere katkı malzemesi olarak kullanmaya çalışanlar var; bana öyle geliyor ki, nesir türüne özgü avantajları kullanma zorluğu ve sorumluluğundan da kurtulmuş oluyorlar böylece. Nesir, şiirsel olamaz mı? Olur. Ama onun içinden, özünden, kendisinden gelmiyor, o olarak doğmuyor bu kötü örneklerdeki şiirsellik; böylece eser, şiirsel bir gerçekliği dile getiremediği gibi, öykü ve romanın olanaklarını genişleteceğine, daraltıyor da. Türkçesi Notos Kitap tarafından ikinci baskı olarak yayınlanan Hrabal’ın kitabında şiirsellik dekora dönüşmeden, hiçbir eklenmişlik ya da yapıştırılmışlık duygusu vermeden, anlatının -deyim uygunsa- organik bir niteliği olarak ortaya çıkıyor; harici bir şiir veya şiirsellik değil söz konusu olan; şiirsellik, metnin kaynağından doğuyor ve doğrusu, böylece öykü ve romana iliştirilmiş bir ‘gibi’likten de çok uzakta duruyor. Bu nitelik, metnin ruhunun elverdiği yerlerde belirsizleştiği gibi, ona ihtiyaç duyulan yerde, akıp giden anlatıdan başka bir şey olmadan, şiddetle hissedilir ölçüde belirginleşebiliyor. Dilin, dile getirişten ayrıştırılmayacağı bir kitap yazmış Hrabal. Onda üslup ve dil aynı şey.
İRONİ
Metnin, ironi ile ilişkisi bakımından da benzer şeyleri söyleyebileceğimizi düşünüyorum kitap hakkında. Asıl dilin bir niteliği olduğundan şüphe etmeyeceğiniz, ustaca kotarılmış, ciddiyet görünümlü, tam ayar bir ironi var kitapta. Hrabal’ın ironisi, yurttaşı Kundera’nınki gibi açık bir ironi değil; üstü ‘örtülerek’ daha belirgin ya da alımlanır hale getirilmiş bir ironi söz konusu onda. Roman kişisi ya da yazar, mizahını ciddiyet, karamsarlık, kayıtsızlık ve boyun eğmişlikle yapıyor; mizah sayesinde karakter ya da kahramanına, roman anlatıcısına ya da okuruna karşı bir üstünlük elde etmiyor. Oysa Kundera, yarattığı karakteri tam gülünç olmanın sınırlarına kadar götüren, açık, iştahlı bir ironi anlayışına sahiptir ve sık sık otorite söylemiyle roman anlatıcısına ve okura ayar verir; karakterle kendisini ve roman anlatıcısını ayırır; okura roman dilinin dışından bir dille ve kendi ağzından okuma yardımında bile bulunur sık sık.
ARA NOT
Edebiyatta veya sahnede, gerçek yaşamda olduğu gibi, ‘tam gülünç’ olanı kendimizden dışlar ve ona gülerek kendimizden -deyim uygunsa- boşalırız. Bu ise, yapılanı sanat olmaktan çıkarır. Oysa ironinin, hümorun malzeme olduğu öykü ve romanların okuru olarak, nadiren güldüğümüz, çoğunlukla gülümsemekle yetindiğimiz şeyler, anlayabildiğimiz karakter ya da kahramanlardır; yani bizizdir. Salt gülünç olana -ihtiyatlı bir şekilde, diyelim komediye- dönüşmemiş ironide kendimizden boşalmak yerine, kendimize geliriz, kendimizi tanırız. Bu ise, karakterle kurabildiğimiz anlayış bağı sayesindedir ki bu bağı kurma olanağı sağlayıp sağlamamak, bir edebi eserin ‘to be or not to be’sidir.
VAROLUŞÇU FELSEFE-NİHİLİST ESTETİK
Yazarın şiirsellik ve ironi konularındaki bu başarısını kişisel yetenekleri yanında, fakat daha çok, kitabın çok önemli bir boyutu olan (belki de yazarın) -felsefi konumlanışından kaynaklı olduğunu söyleyebilir miyiz? Sanki evet… Kitap; Shopenhauer, Nietzsche, Sartre hattına oturmuş gördüğümüz çok önemli bir düşünce tarihi sorgulamasının -tam da bu hattın bir yatkınlığı olarak- sanatsal dışa vurumunu da temsil ediyor bizce. Nietzsche ile ilişkili ifade edersek; mani”si törpülenmiş, matlaştırılmış fakat “fest”i yerli yerinde kalmış bir metin söz konusu… Sartre ile ilişkili ifade edersek; “hiç”likten “varlık”a doğru değil de, aksi yönde bir yerde ilerlemiş ve istikrar bulmuş gibi duruyor… Bu yüzden, Hrabal’ı, andığımız felsefi hattın bir çeşit negatifi diye görebileceğimizi düşünüyorum. Nietzsche’nin ‘üstün insan’ının negatifi bir ‘küçük insan’ bu. Nietzsche’nin yıkıcı ve yüceltilmiş dili yerine onun müsekkin almış hali gibi görünen, ama aynı diyebileceğimiz bir meydan okumayla yıkım ve tersine yüceltme eylemini sürdürüyor bu kahraman. Sözün burasında dramatizasyonu özenle nötralize edilmiş, törpülenmiş bir Dostoyevski kahramanı olarak da görebiliriz roman kahramanını. Kötümserliği aşmış bir kötümserlik yatağı bulmuş biri var karşımızda; debisi istikrarlı; ne köpürüyor, ne coşuyor ne de bir katarsis armağan ediyor okura; fakat rengi hep koyu, kıvamlı, bulanık. Bu bulanıklığın, söylemeye hacet yok, kendine özgü bir güzelliği var.
Elimizdeki kitap, modernist romanın izindedir ve o romanın kök referanslarından olan Dostoyevski’ye, özellikle de Yer Altından Notlar kitabına sık sık şapka çıkarır, selam veririz okurken. Yazarın yer yer Kafka ve Nietzsche’ yi de yakın ölçülerde çağrıştıran ‘trajik-nihilist estetizm’i; Sartre ve Camus’den miras varoluşçuluk ile kendine göre yol alırken, yurttaşı Kundera’dan tanış olduğumuz, yazarın kendi ifadesiyle, Çek ironisini de içselleştirmiş, kendine özgü kalmış görünür.
Modern romanın izinden gitmiş ama onunla yeterince hesaplaşmamış edebiyatımız için bir eskiz ya da etüt alanı olacak romanlar arasına katabileceğimizi düşünüyorum bu romanı. Ne yazık ki, kalan kitaplarını (İngilizce e-kitaplarını) edinmiş olsam da henüz bu sezgilerimi doğrulayacak ölçüde bir okuma gerçekleştirememiş bulunuyorum yazar hakkında.
UYGARLIKLAR, ANLAYIŞLAR VE TARAF KISKACI
Kitabı ilginç kılan yanlardan biri de felsefe ve feylesof referansları. Shopenhauer, Kant, Hegel, Herder, Sartre, Camus, Aristoteles, Platon, Göthe, Sneca, Demosthenes ve Lao Tzu bunlardan altını çizebildiklerimiz. Hellenizm, klasik lise, edebiyat ve beşeri bilimler fakültelerine yapılan ironik göndermeler de dikkate alındığında, anlatıcı kahramanın ya da onu entelektüelize ve estetize eden yazarın salt reel sosyalizm muhalifi, yetenekli ve yaratıcı bir yazar olmadığını, bunun ötesinde, metnin bir edebiyat eseri olması konusunda titizliğini elden bırakmayan bir ‘uygarlık sorgulayıcısı’ (bizce bu bir yazar tarifidir’) olduğunu fark edebiliyorsunuz.
Bu sorgulamanın bir yanı Doğu- Batı ikiliği ise (Lao Tzu bundan sık baş vurulan bir referans), bir yanı da batının doğusu ile batısı (Batı Avrupa-Doğu Avrupa) olarak görünüyor bize. Bu yüzden, kitabın sonunda eserle ilgili bir eleştirisi yer alan Vaclaw Jamek’in bir Çek, bir Doğu Avrupalı olduğu (ya da öyle göründüğü) halde yukarıdaki saptamayı yap(a)mamış olmasını yadırgıyoruz… Sözünü ettiğim yazının ayrıntısına giremeyeceğim, kitabı okuyan bu yazıyı da okuyabilmektedir: Romanın yazar tarafından tanınmış üç versiyonu olduğundan, yazardaki yazma edimine alışkanlık ölçüsünde bağlı kalıştan, farfara (lümpen diyelim) tipleri yazmasından, yazarın dilinin onun ‘vitalizm’inin bir uzantısı olmasından söz ettikten sonra ‘Metafizik atlet İsa’ ve ‘hayal kırıklığının bilgesi Lao Tzu’ arasındaki karşıtlığa sözü getirip, Hrabal’ın İsa’nın tarafını tuttuğunu söylemesi doğrusu tuhafımıza gidiyor.
Bize sorarsanız, bir yeri tuttuğu yok yazarın (ya da bu kitaptaki yazarın); değindiğimiz gibi sorguluyor, uygarlık yönlerine, düşünce referanslarına işaret ediyor; onlarla birlikte ve onlara göre değer yargısal olmadan, öykünün gidişine ve anlatıcı kahramanın karakterine, onlar sayesinde açılımlar sağlıyor. Bu yüzden, ‘tezli’ bir kitap olduğunu düşünmüyorum bu kitabın. Değini kesinliğinde (öylesine yalın) ya da dekor gerçekliğinde Nazizmi ve Sosyalizmi (ya da Çekoslovakya siyasal iktidarını) eleştirmekten başka romanını var eden başkaca bir temel siyasi tercihi yok bizce. Hatta bu apaçık eleştiriler bile öteki taraf olmaya bigâne sorgular hizasına indirgenmiş durumda bizce, muğlaklığına değilse eğer. Dolayısıyla, batı ve Doğu ikilemi kadar Doğu ve Batı Avrupa gerçekliklerinin varlığını eserin olanakları içinde rahatça sezinleyebiliyor, edebiyat beğenisi olgunlaşmış okur.
Eleştirmenlerin eser ve yazarları edebiyat dışındaki bilme biçimlerine çekerek yorumlamaları zaman zaman zenginlik katabiliyor okuma eylemine. Buna karşın edebiyatın içinde kalarak yapılan eleştiri gün geçtikçe azalmakta ve edebiyat eserinin deneyimlenmesi de başka bilme biçimlerine ‘göre’leşmekte, gün geçtikçe. Bunda edebiyatçının, edebiyat dışından gelen ‘tanınma’yı ihtiyatsızca olumlamasının önemli bir payı var. Vaclaw Jamek yazısı belki de bu gerçeklik karşısındaki artan duyarlığımızdan ötürü bize bu türden bir yazı gibi geldi. ‘Paris gözü’ de diyebileceğimiz bu gözün -hadi biz de kullanalım bu nitelemeyi- muhalif Doğu Avrupa edebiyatına yaklaşımının, bu edebiyat yaratıları ve ‘meal’leri üzerindeki etkileri, dar oryantalizm klişelerinin ötesinde, çalışılmaya değer bir konu bizce, tıpkı post modern dönemde bizim edebiyatımız için söz konusu olduğu gibi.
Burada şimdilik şunu söylemekle yetinmeliyim: Reel sosyalizmler tarafından siyasal bulunduğu için baskılanmış, sansüre uğramış kitapların karşı siyasal cephede yükseltilmesinde ‘Jdanovcu’ sansür gerekçelerini doğrulayan bir siyasallık olması rahatsız edici bir durumdur. Soğuk savaş sıkışmasında çaresiz olan yazarın bunu görmesi kadar, gördüğünde eleştirmesinin güçlüğü anlaşılır bir durumdur. Bunu bugün daha açık görebilir, dile getirebilir ve sanat eserini soğuk savaş mengenesinin izlerinden kurtarabiliriz.
MUHALİFLERİN BENZERLİĞİ
Kitabın ve yazarının 1968’ de Çekoslovakya’nın Rus (ya da Varşova Paktı) askerlerince işgalinin ardından oluşan koşullar dikkate alınmadan değerlendirilmesi elbette bir eksiklik olurdu. Çünkü her Çek gibi bir milat bu olay, yazar için de. Öyle ki, yaşam öyküsüne, öteki eserlerinin tanıtımlarına ve hakkında yazılanlara bakıldığında, bundan önce ve sonra olarak iki Hrabal’dan bile söz etmek mümkün görünüyor. Bu konuda, kitabın sonunda yer alan Vaklaw Jamek’in yazısı da oldukça aydınlatıcı.
Dolayısıyla bu kitapta, yeterli kontrol ve denge güvenceleri olmayan siyasal düzenlerin adları ya da kuruluş amaçlarından ne denli uzaklara savrulabileceği gerçeğini; yazar, mekân, zaman ve romanı birlikte değerlendirerek bir kere daha kavrayabiliyoruz. Buradaki sorun bizce bütün siyasal sistemler için geçerlidir, sadece sosylizm(ler) için değil: Kaybolan aydınlanma düzenleri, sosyalizmler, nasyonal sosyalizmler, liberal demokrasiler ve ulusal kurtuluşlar… Zalim bir sistem-kamp rekabeti ve savaşı ile birlikte, varoluş misyon ve vizyonlarını güvenceye alacak kurum ve düzenekler yaratamayan siyasal yapılar, başlangıçtaki iktidar içeriklerini iktidarı fiilen eline geçirenler lehine, onları azdırarak kaybediyor ve iktidarın bekasını her şeyden üstün tutan iktidarlar olarak ne söylerse söylesinler birbirlerine benziyorlar.
Öyleyse Hrabal, muhalif Doğu Avrupa edebiyatı vurgusundan çok muhalif edebiyat vurgusuyla okunmalıdır savını rahatlıkla ileri sürebileceğimizi düşünüyorum. Bunun sayesinde soğuk savaşın sınırlayıcı bakış açılarını -artık!-bu güne taşımamış olurken, soğuk savaşın öte yakasındaki muhalif edebiyatla bu yakasındaki muhalif edebiyatın ortak yanlarını da görebilmiş oluruz. Doğu Avrupa veya sosyalist ana karalar muhalif edebiyatı aynı dönemdeki kapitalist- emperyalist periferi ve ana karaları muhalif edebiyatları ile kurulu düzen muhalif olmaları bakımından aynı kategori içinde ele alınabilir düşüncesindeyim. Ya da artık bu türden bir bakış açısı da geliştirebiliriz: Birbiri ile savaşan siyasal sistemler içinde yer alan ve sistemlerin vaatlerinden arınmış iktidarlarının insani dile geliş, yaşayış ve varoluşa olanak tanımayan baskıcılığındaki benzerliktir bu. Bir başka ifadeyle, siyasanın içeriksizleşerek, iktidarın mutlaklaşması ve dünya çapında birbirini var eden bir iktidarlar savaşına dönüşmesi ve her iki yakada muhalif pozisyonları ve yaratı olanakları ile birbirine benzeyen sanatların varlığıdır söz konusu olan.
Edebiyat, birbiri ile mücadele eden bu iktidarların reelleştiği (sistemleşerek insanileşmekten uzaklaştıkları) her yerde muhalifleşmiş ve o ölçüde biribirine yakınlaşmıştır. Bu bakkmdan Mc Cartici olsun, nazi, nasyonal sosyalist, Stalinci veya Sovyetçi olsun baskıya uğramış bütün gerçek edebiyatçılar bir bakıma aynı geleneği temsil ederler diyebiliriz, aradan geçen zamanın tarihsel, sosyolojik, siyasal olgulara mesafeli ya da farklı bakabilme olanaklarından yararlanarak. Onlar macerası/meandrosu/gövdesi “bir” olan akarsuyun olsa olsa “farklı” kollardır. Ana maceraya katkılarının az ya da çok olması, yer yer yatağı kendilerine katma çabalarının varlığı ve kendine benzeyeni tersinmeleri söz konusudur elbette ve bu yanlarıyla ayrıca ele alınmayı hak etmektedirler. Bizce bu birbirine karşı cephelerde görünen ya da gösterilen muhalif edebiyatlar tıpkı muhalifi oldukları savlanan siyasal düzenler gibi aynı ‘modernite’nin farklı yüzleridir.
Burada, bu her iki yakadaki muhalif edebiyatların birliğini ya da benzerliğini destekleyen olgulardan birinin, her iki sanatın da soğuk savaş sonrasında siyasal muhalefet edemez hale gelmiş olduklarını söylemekle yetinelim ve yazıyı bitirelim. Son saptamamız bir yazıya dönüşebilir mi? Umalım ki öyle olur.
Warning: Trying to access array offset on value of type bool in /home/notoskitap/public_html/wp-content/plugins/nm-custom-code/includes/post-social-share.php on line 16
İlgili Yazılar
Horacio Castellanos Moya: “Tünelin sonunda ışık olmamasının nasıl bir şey olduğunu yazmaya çalışıyorum.” (Söyleşi)
Claudia Castro Luna, çev. Oğuz Tecimen, Oggito, 12 Aralık 2019 Horacio Castellanos Moya ile Tiksinti eseriyle tanışmıştım. El Salvador’da yaşayan babam hediye etmişti kitabı. “Bilgine,” demişti babam o zaman, “bu kitap mimli, buradaki birçok insan ona karşı.” 119 sayfayı bir oturuşta soluksuz okumuştum, her sayfasından deha ve keskin bir mizah akıyordu. Her sözcüğüne hayran kalmıştım, kitabı bitirdiğimde El Salvador’da …
Ruh, duygu, aktivite daha başka nedir aşk…
Adalet Çavdar, Kitapsever, Sayı: 9, 9 Mayıs 2019 Patafizik biliminin kurucusu Alfred Jarry’nin 1902’de yayımlanan romanı Süper-Erkek, insanın kendini aşarak sonsuzluğa uzanma potansiyelini açığa çıkaran aşk ve ‘aşk yapma’ fiilini hem mekanik hem de şiirsel haliyle işliyor. Alfred Jarry 1873 – 1907 yılları arasında yaşayan Fransız oyun yazarı, şair, romancı, filozof ve çizer. Patafizik biliminin …
Gerçeğin Üstü
Aksu Bora, Birikim, 5 Kasım 2020 “Kimsenin ilham perisi olmaya vaktim yoktu. Aileme isyan etmekle ve sanatçı olmayı öğrenmekle meşguldüm.” Böyle demiş Leonora Carrington ta 1983’te kendisiyle yapılan bir söyleşide. “Sürrealistlerin kadınları” üzerine yazılıp çizilen onca şeyden sonra iyi geliyor, değil mi? Hani o çocuk-kadın, güçlü cinsellik/zayıf benlik, varlığıyla ilham veren, rüyaları ve sanatı kışkırtan, …
Hayat nerede biter, roman nerede başlar?
Melisa Kesmez, Sabit Fikir, 4 Temmuz 2013 Zambra muhteşem karakterler yaratmanın peşine düşmüyor. Onun karakterleri sıradan olmalarıyla akılda kalıyor. Yazı yazmanın doğasına dair tonla enteresan mesele içinde bir tanesi -son dönemde denk geldiğim kitaplardan olacak- özellikle meşgul ediyor aklımı. O da, bir kitabın ne kadar kurmaca olursa olsun, hayatın süreğenliği içinde yaratılan bir şey olması …