Bize sanat ve edebiyat olarak sunulanın gerçekten sunulan şey olup olmadığını radikal bir şekilde kendimize sormazsak, gelişmeden ya da değişimden bahsetmemizin imkânsız olduğunu düşünüyorum.
Meksikalı yazar Mario Bellatin’in son romanı Büyük Cam Notos Kitap tarafından yayımlandı. Roman, kendini otobiyografi olarak tanıtıyor ama bir yandan da otobiyografik yazın türünün sınırlarını bozuyor. Bellatin’in otobiyografisi hayatımız hakkındaki gerçekliğin doğruları anlatmaktan değil onların dönüşümünden geçtiğini öne sürüyor. Kitap aynı zamanda Bellatin’in kendi değişken toplumsal kimliğiyle oynamasına da izin veriyor. Yazar, İspanyolca bilen okurlar arasında, hem sayısı otuzu aşan kitapları hem de etkinliklerde, kaybettiği kolunun yerine kullandığı gösterişli proteziyle oldukça ünlü.
Büyük Cam yaratıcısının dosdoğru kavranmasına olanak vermiyor, asıl nokta da bu. Kitap üç kısma ayrılmış: her kısım, Beckettvari bir hisle, akortsuz bir mizah anlayışı ve garip biçimde yerinden edilmiş anlatıcısıyla dikkatleri çekiyor. Annesi görünmez testislerini izlettirmek için hamamda müşterilerden para alan bir çocuk; şeyhiyle tuhaf bir karşılaşma yaşayan bir Sufi yazar; ailesi onu evden atan ve kim olduğu hakkında yalan söylemeyi bir türlü bırakamayan bir kadın-çocuk. Romanın sırrı, bu üç hikaye arasındaki açıklıkta ve hikayelerle Bellatin arasındaki mesafede saklı.
Aaron Shulman:Büyük Cam’a bir etiket yapıştırmak pek mümkün görünmüyor. Kurguyla perdelenmiş bir otobiyografi de denebilir, otobiyografik bir kurgu da. Ya da gerçeklik ve düş gücü arasındaki isli eşikte yaşayan bir eser. Siz nasıl tanımlardınız?
Mario Bellatin: En küçük detaylarına indiğimizde sanıyorum ki bir otobiyografi. Aynı zamanda, tüm otobiyografilerin bu şekilde olması gerektiğini düşünüyorum. Geleneksel yaklaşım, bir çerçeveye oturtmak gerekirse, klasik formatın bir fonksiyonu olarak, neredeyse her defasında gerçeğe ihanet eden bir kurgu yaratıyor. Eğer böyle bir uygulama için vaktim ve isteğim olsaydı, kitabı gerçekçi bir hisle katı bir biçimde yeniden yazardım. Ama bir kitap böylelikle kendimi dürüst bir biçimde görmem için sahip olması gereken çok büyük bir kısmını da kaybetmiş olurdu.
AS: Sizce yalanlarda acımasız bir dürüstlük saklı olabilir mi? Sonuç olarak, kurgu merkezinde yalan söylemeyi ve uydurmayı barındırıyor.
MB: Benim aklıma gelen, yalandan çok sahtekârlık. Ve tabii ki sadece bir aptal, dediğinizi yaparak diğer alanlarda söylenmesi mümkün olmayan şeyleri ifade etme şansını harcamış olurdu. Ben yalan söyleme sanatına inanmıyorum – bu Pinokyo ya da Ezop’un “Kurt ve Çocuk” masalından öteye geçemezdi. Onun yerine, sahte masumiyet kullanma sanatına inanıyorum. Beni asla buna paralel gerçekçi bir kitap yazarken göremeyeceksiniz çünkü bunu yapacak vaktim yok: Ars longa vita brevis… (Sanat uzun, hayat kısa)
AS: Sizi romanın başlığıyla Duchamp’a referans göstermeye iten ne oldu? Duchamp’ın eseri ve sizin romanınız arasında nasıl bir iletişim bulunuyor?
MB: Başlık aslında benim Lecciones para una Liebre Muerta (Ölü Bir Yaban Tavşanına Dersler) adlı kitabıma göndermede bulunuyor. İsim 20. yüzyıl sanatının önemli isimlerinden Joseph Beuys’a da işaret ediyor. Beuys ve Duchamp reddetmesi imkânsız iki ikon. Onların fikirleriyle dolu onlarca yıl, dünyaya farklı bir bakış açısı sunmasına rağmen yerlerinde sağlam kaldılar. Eğer durup düşünürsek, Duchamp büyürken etrafta pek araba yoktu, ya da Beuys, Hitler’in hava kuvvetlerinde savaş uçakları kullanmıştı. Bize sanat ve edebiyat olarak sunulanın gerçekten sunulan şey olup olmadığını radikal bir şekilde kendimize sormazsak, gelişmeden ya da değişimden bahsetmemizin imkânsız olduğunu düşünüyorum. İfade edilemeyeni bu şekilde anlamak, geleneksel formların bizi aktarmaktan alıkoyduğu şeyleri ifade etme yolumuz olacağa benziyor. Kitapların daha çok parodiye benzer adları var. Bu da şuna denk geliyor: görünürde müze, kitapçı, sanatı çevreleyen paranoya gibi gözüken her neyse, gerçekte, o değil.
AS: Kitabınızda siz (anlatıcılarınızdan biri) “yazıyı bir kehanet” olarak tarif ediyorsunuz ve önceki kitaplarınızın daha sonra ortaya çıkacak olanları nasıl öngördüğünden bahsediyorsunuz. Bu kitaptan hangi kehanetlerin gerçekleştiğini görmek isterdiniz?
MB: Kehanetler birer sırdır. Yazarın evrenine aittirler, okurun değil. Bazıları gerçekten korkunç. Ben, yazımı –en azından başkaları için– ezoterik bir şeye dönüştürmek istemiyorum. Sanıyorum ki her kitabın amacı, kendine özgü bir şekilde başka bir kitap yazmaya yönlendirmek. Gelecekte başka yarışlara daha katılacağınıza işaret eden o ilginç yarışlarda kazanılan birincilik ödülü gibi.
AS: Romanlarınızın başka dillere çevrilmesi size nasıl hissettiriyor? Bu yazı için başka bir maske mi?
MB: Doğal olarak, bu başka bir kitap. Sadece sayfalara bakarak, daha okumadan, bunu görebiliyorum. Ve çevirilerin, kitapların başka bir yazarın –bu durumda, çeviren kişinin– kendi işini yaratabilmesi için sadece birer platform olduğu fikrimi mükemmel bir şekilde gerçekleştirdiğini hissediyorum. İşte bunu kendi maskeleriyle gizleyecekler.
AS: Yakın zamanda siz ve yayıncınız Planeta arasında ilginç bir tartışma yaşandı. Bize biraz bahsedebilir misiniz?
MB: Evet, doğru. Geçtiğimiz yılın ikinci yarısının büyük bir kısmında, okurların en önemli kitaplarımdan biri kabul ettiği Güzellik Salonu’nun problemli baskısı sürecinde, bir suiistimalle yüzleşmek zorunda kaldım. Benim için, bir yaratıcı olarak, sorun özellikle bu ihlalde değildi – bir noktada buna göz yumabilirdim, çünkü bu yirmi yıl önce basılmış bir kitaptı ve yeni okurlarla tanışmaya hazırlanıyordu. Bu benim kendi yazınıma duyduğum genel bir bağlılık, her şeyin ötesinde, gelecek yazınıma. İnanıyorum ki farklı kitaplara ve diğer plastik sanatlara dağılan bu eserim özel bir kitap, varlığımın çok büyük bir kısmını verdiğim eserim. Ve bu ihlal benim bütün yazınımı etkiledi ve sorun çözülene kadar, bir insan olarak yazdıklarımla artık “bir” olamayacağımı hissettim. Hayatımı adamış olduğum bir şeye ihanet ettiğimi düşünmek ve bu tacizi gerekli şekilde tamir edememek beni dehşete düşürdü. Zanaatımı devam ettirmem için gereken etik şeffaflık yoktu. Başka bir deyişle, sadece geçmişten herhangi bir kitabı savunmaya çalışmıyordum. Aynı zamanda, gelecekte henüz belirmemiş bir kitabı da kurtarmaya çalışıyordum. Belki de asla ortaya çıkamayacak bir şeyi. Bir sanatı ve bir ideali savunuyordum.
Bu süreç boyunca yaşananları izlemek gerçekten ilginçti. Öteki şeylerin arasından, bir şekilde yazar benliğimin, kendini kurgum içerisine kamufle etmeye çalıştığını sonunda anlamaya başladım. Yazarların ya dünyadan kaçtığını ya da onu yeniden yarattığını anlatan o çok bilinen sözün pratiğe döküldüğünü gördüm. Bunun, kaçmak zorunda olduğum her türlü rahatsızlığa rağmen gerçekleşmiş olması önemli. Bunu geç bir vaftiz edilişe benzetiyorum. Yazının hayatımda ne kadar esas bir yeri olduğunu anlamamı sağladı. Komik olansa, dışardan baktığımda hiçbir şey değişmemişti. Her zamanki gibi, aynı kararlılıkla yazmaya devam ettim. Ama yazar benliğim, eğer böyle bir şey varsa, eskisi gibi değildi. Yakın zamanda, artık yeni edebiyat temsilcilerim sayesinde daha çok kök salmış projelere başladığımı hissediyorum. Dünya çapına dağılmış, hiçbir telif hakkına ya da tarihi geçmiş kontratlarla basılmaya devam eden düzinelerce kitabımı birlikte “temizliyoruz”.
Yazar kimdir? Kitap nedir? Okur kime denir? Bu sorular, yeni bakış açılarından, hâlâ karşılık bulamamış sorular.
AS: Şimdi durum nasıl? Yazı hayatının “iş” kısmıyla ilgilenmek zorunda olmak sizi direkt olumlu bir şekilde teşvik etti mi?
MB: Durum iki taraf için de iyi sonuçlandı. Hakların tam olarak kazanılması ve kopyaların geri çekilmesiyle yazına olan bağlılığımı yeni baştan kurabildiğimi hissediyorum. Tüm bunların karşılığında, dava açmadım, çünkü düzensizlikler sadece etik denge üzerinde karşımıza çıkmadı. Olayın bir de ekonomik boyutu vardı. Ve itiraf ediyorum ki, bu durumu kullandım. Açık bir şekilde olaya çözüm ararken bunu bir performansa dönüştürdüm. Sosyal medyayı kullandım – günlük olaylarda gerçekten bir etkisi olup olmadığını görmek için. Görüyorum ki zaman kaybı değilmiş.
Ek olarak, kişisel düzeyde, insanlarla yeniden iletişim kurdum: arkadaşlarımla ve dayanışma içerisinde olan gazetecilerle. Ve dünya çapında okura ulaşan dergilerde yaşananlar hakkında yayımlanan makalelere baktığımda, edebiyatın ve sanatın manipülasyonu açısından baktığımda, görüyorum ki klasik, modernist ilişki artık değişmiş. Bu ilişkinin gerçekten diğer türlü olup olmadığını merak ediyorum, ama bu kategoriler hakkında konuştuğumuzda kendimizi tamamen başka bir şeyle yüzleşirken buluyoruz. Yazar kimdir? Kitap nedir? Okur kime denir? Bu sorular, yeni bakış açılarından, hâlâ karşılık bulamamış sorular.
AS: Yazı ve edebiyat olmasaydı Mario Bellatin kim olurdu?
MB: Birkaç yıl önce çok yakın olduğum bir arkadaşım bana direkt olarak şöyle dedi: eğer hayatımda yazı olmasaymış bir aptal olurmuşum. Çok iyi hatırlıyorum, o zaman yaptığı yorum beni alarma geçirmişti. Bir süre söylediklerinin olası imalarını çözmeye çalıştım. Ta ki sonunda söyledikleriyle aynı fikirde olana dek. Hatta yazıya başlamamdaki nedenlerden birinin gerçek bir aptal olmamak olduğunu bile düşündüm. Çünkü yazı kırk yıldır aralıksız olarak uğraştığım bir iş ve rasyonel çerçevede, böyle bir görevi gerçekleştirmek için bir sebep bulamıyorum. Ve sanıyorum ki yazı ve ahmaklık arasındaki ilişki, işte o nokta sadece bir anekdot olarak kalmamalı. Ben kendim tekrarlardan kurtulamayan, obsesif, anlaşılması zor, sonu bütününü savunmayan aptal bir yazın, öyle uzun anlar deneyimledim. Öyle aptal bir yazın ki, zamanında müdahale etmiş olmasaydım, şu anda günlerimi ruh ve sinir hastalıkları hastanesinde ya da öyle bir yerde geçiriyor olurdum. Son zamanlarda, fark ediyorum ki günlük hayatımın büyük bölümünde yazınımda ne olacağıyla çok az alakası var. Sanki bunlar aynı hızda birbirinden bağımsız ilerleyen iki farklı gidişat. Ve bazen ikisi arasındaki dengesizliği hissetmek pek hoş olmuyor. Bazen kendi kendime düşünüyorum. Diğer insanların hayattaki sorunları –bunlardan biri aşk– deneyimlemek ve çözmek için harcadığı zamanı, ki çoğunda kendimi kaybolmuş hissediyorum, ben bambaşka bir zamanda günlerce sadece köpeğim ve daktilomun eşliğinde geçiriyorum.
AS: İnsanlar eserleriniz hakkında soru sorduğunda bir şeyler uydurmakla ünlüsünüz – mesela sonunda hakkında bir kitap yazdığınız koca burunlu hayali bir Japon yazar. Bu söyleşide de sizin uydurduğunuz bazı şeyler keşfedebilecek miyiz? (Umuyorum ki öyledir.)
MB: Tabii ki. Soru cevaplamak bir sanattır. Aslında bu konuyla ilgili bir kitap yazmak üzereyim. Önemli nokta şu ki, bir soruyu cevaplarken aklınızda mutlaka söylediğinizin tam tersini ifade ettiğinizi ve bunun eşit derecede –nasıl baktığınıza göre değişir– mantıklı ya da absürt olduğu ihtimalini bulundurmanız gerekir.
Warning: Trying to access array offset on value of type bool in /home/notoskitap/public_html/wp-content/plugins/nm-custom-code/includes/post-social-share.php on line 16
Parşömen Fanzin, 26 Şubat 2021 Edebiyat ortamımız, ülkemizin hali pür melalinden farklı değil. Yani, kaos hakim. Çok fazla kitap yayımlanıyor, eleştiri yok denecek kadar az vesaire. Bunlar hepimizin bildiği şeyler. Ve fakat ne şekilde, nasıl olursa olsun ilk kitabın heyecanı da ayrı. Kağıt oyunu oynayanlar bilir, ilk elin günahı olmaz. İlk kitaplar da, tıpkı sonrakiler …
Eray Ak, Cumhuriyet Kitap, 16 Temmuz 2015 Alejandro Zambra’nın Türkçedeki üçüncü romanı “Ağaçların Özel Hayatı”, tıpkı yazarın diğer romanlarında olduğu gibi bir yazar adayı kahramana sahip. Daniela adında bir kızı olan Verónica ile beraber ve her şey, Verónica’nın gittiği resim kursundan eve dönmeyişiyle başlıyor. Ancak roman için mesele Verónica’nın dönmeyişi değil. Zambra kitabında, bir hikâyenin …
Burcu Bayer, Sabit Fikir, Sayı 21, Mayıs 2015 Sais Çırakları, romantik edebiyatın şaheserlerinden biri olarak raflardaki yerini alıyor. 18. yüzyılın sonlarında Jena Okulu, uzaklara bakma mütehassısları yetiştirmekle meşguldü. Schelling ve Fichte felsefelerinin etrafında kümelenmiş romantikler olarak, büyüsü bozulmuş dünyayı yeniden büyülemeye uğraşıyorlardı. Bu okulun ebedi öğrencilerinden biri olan Novalis ise neredeyse saydam bilekleri ve ateşli …
Kaya Genç, Sabah, 19 Haziran 2015 1969 doğumlu İngiliz yazar Tom McCarthy’nin C adlı romanı yayımlandığında çağdaş romana büyük bir yenilik getirdiği söylendi. Notos Yayınları tarafından yayımlanan kitabın okunması zor fakat kitap bittiğinde insana “iyi ki okumuşum” dedirtiyor. Daha önce çevirdiğim hiçbir kitap, Tom McCarthy’nin C’si kadar, benimle, hayatımla, kendi yazdığım kitaplarla alakalı olduğunu hissettirmemişti bana. …
Mario Bellatin, Büyük Cam ve Yazı ve Ahmaklık (Söyleşi)
Çev. Müge Gedik, Oggito, 13 Mayıs 2017
Bize sanat ve edebiyat olarak sunulanın gerçekten sunulan şey olup olmadığını radikal bir şekilde kendimize sormazsak, gelişmeden ya da değişimden bahsetmemizin imkânsız olduğunu düşünüyorum.
Meksikalı yazar Mario Bellatin’in son romanı Büyük Cam Notos Kitap tarafından yayımlandı. Roman, kendini otobiyografi olarak tanıtıyor ama bir yandan da otobiyografik yazın türünün sınırlarını bozuyor. Bellatin’in otobiyografisi hayatımız hakkındaki gerçekliğin doğruları anlatmaktan değil onların dönüşümünden geçtiğini öne sürüyor. Kitap aynı zamanda Bellatin’in kendi değişken toplumsal kimliğiyle oynamasına da izin veriyor. Yazar, İspanyolca bilen okurlar arasında, hem sayısı otuzu aşan kitapları hem de etkinliklerde, kaybettiği kolunun yerine kullandığı gösterişli proteziyle oldukça ünlü.
Büyük Cam yaratıcısının dosdoğru kavranmasına olanak vermiyor, asıl nokta da bu. Kitap üç kısma ayrılmış: her kısım, Beckettvari bir hisle, akortsuz bir mizah anlayışı ve garip biçimde yerinden edilmiş anlatıcısıyla dikkatleri çekiyor. Annesi görünmez testislerini izlettirmek için hamamda müşterilerden para alan bir çocuk; şeyhiyle tuhaf bir karşılaşma yaşayan bir Sufi yazar; ailesi onu evden atan ve kim olduğu hakkında yalan söylemeyi bir türlü bırakamayan bir kadın-çocuk. Romanın sırrı, bu üç hikaye arasındaki açıklıkta ve hikayelerle Bellatin arasındaki mesafede saklı.
The Believer dergisinde yayımlanan, Aaron Shulman’ın Bellatin’le gerçekleştirdiği söyleşiyi sizlerle paylaşıyoruz.
Aaron Shulman: Büyük Cam’a bir etiket yapıştırmak pek mümkün görünmüyor. Kurguyla perdelenmiş bir otobiyografi de denebilir, otobiyografik bir kurgu da. Ya da gerçeklik ve düş gücü arasındaki isli eşikte yaşayan bir eser. Siz nasıl tanımlardınız?
Mario Bellatin: En küçük detaylarına indiğimizde sanıyorum ki bir otobiyografi. Aynı zamanda, tüm otobiyografilerin bu şekilde olması gerektiğini düşünüyorum. Geleneksel yaklaşım, bir çerçeveye oturtmak gerekirse, klasik formatın bir fonksiyonu olarak, neredeyse her defasında gerçeğe ihanet eden bir kurgu yaratıyor. Eğer böyle bir uygulama için vaktim ve isteğim olsaydı, kitabı gerçekçi bir hisle katı bir biçimde yeniden yazardım. Ama bir kitap böylelikle kendimi dürüst bir biçimde görmem için sahip olması gereken çok büyük bir kısmını da kaybetmiş olurdu.
AS: Sizce yalanlarda acımasız bir dürüstlük saklı olabilir mi? Sonuç olarak, kurgu merkezinde yalan söylemeyi ve uydurmayı barındırıyor.
MB: Benim aklıma gelen, yalandan çok sahtekârlık. Ve tabii ki sadece bir aptal, dediğinizi yaparak diğer alanlarda söylenmesi mümkün olmayan şeyleri ifade etme şansını harcamış olurdu. Ben yalan söyleme sanatına inanmıyorum – bu Pinokyo ya da Ezop’un “Kurt ve Çocuk” masalından öteye geçemezdi. Onun yerine, sahte masumiyet kullanma sanatına inanıyorum. Beni asla buna paralel gerçekçi bir kitap yazarken göremeyeceksiniz çünkü bunu yapacak vaktim yok: Ars longa vita brevis… (Sanat uzun, hayat kısa)
AS: Sizi romanın başlığıyla Duchamp’a referans göstermeye iten ne oldu? Duchamp’ın eseri ve sizin romanınız arasında nasıl bir iletişim bulunuyor?
MB: Başlık aslında benim Lecciones para una Liebre Muerta (Ölü Bir Yaban Tavşanına Dersler) adlı kitabıma göndermede bulunuyor. İsim 20. yüzyıl sanatının önemli isimlerinden Joseph Beuys’a da işaret ediyor. Beuys ve Duchamp reddetmesi imkânsız iki ikon. Onların fikirleriyle dolu onlarca yıl, dünyaya farklı bir bakış açısı sunmasına rağmen yerlerinde sağlam kaldılar. Eğer durup düşünürsek, Duchamp büyürken etrafta pek araba yoktu, ya da Beuys, Hitler’in hava kuvvetlerinde savaş uçakları kullanmıştı. Bize sanat ve edebiyat olarak sunulanın gerçekten sunulan şey olup olmadığını radikal bir şekilde kendimize sormazsak, gelişmeden ya da değişimden bahsetmemizin imkânsız olduğunu düşünüyorum. İfade edilemeyeni bu şekilde anlamak, geleneksel formların bizi aktarmaktan alıkoyduğu şeyleri ifade etme yolumuz olacağa benziyor. Kitapların daha çok parodiye benzer adları var. Bu da şuna denk geliyor: görünürde müze, kitapçı, sanatı çevreleyen paranoya gibi gözüken her neyse, gerçekte, o değil.
AS: Kitabınızda siz (anlatıcılarınızdan biri) “yazıyı bir kehanet” olarak tarif ediyorsunuz ve önceki kitaplarınızın daha sonra ortaya çıkacak olanları nasıl öngördüğünden bahsediyorsunuz. Bu kitaptan hangi kehanetlerin gerçekleştiğini görmek isterdiniz?
MB: Kehanetler birer sırdır. Yazarın evrenine aittirler, okurun değil. Bazıları gerçekten korkunç. Ben, yazımı –en azından başkaları için– ezoterik bir şeye dönüştürmek istemiyorum. Sanıyorum ki her kitabın amacı, kendine özgü bir şekilde başka bir kitap yazmaya yönlendirmek. Gelecekte başka yarışlara daha katılacağınıza işaret eden o ilginç yarışlarda kazanılan birincilik ödülü gibi.
AS: Romanlarınızın başka dillere çevrilmesi size nasıl hissettiriyor? Bu yazı için başka bir maske mi?
MB: Doğal olarak, bu başka bir kitap. Sadece sayfalara bakarak, daha okumadan, bunu görebiliyorum. Ve çevirilerin, kitapların başka bir yazarın –bu durumda, çeviren kişinin– kendi işini yaratabilmesi için sadece birer platform olduğu fikrimi mükemmel bir şekilde gerçekleştirdiğini hissediyorum. İşte bunu kendi maskeleriyle gizleyecekler.
AS: Yakın zamanda siz ve yayıncınız Planeta arasında ilginç bir tartışma yaşandı. Bize biraz bahsedebilir misiniz?
MB: Evet, doğru. Geçtiğimiz yılın ikinci yarısının büyük bir kısmında, okurların en önemli kitaplarımdan biri kabul ettiği Güzellik Salonu’nun problemli baskısı sürecinde, bir suiistimalle yüzleşmek zorunda kaldım. Benim için, bir yaratıcı olarak, sorun özellikle bu ihlalde değildi – bir noktada buna göz yumabilirdim, çünkü bu yirmi yıl önce basılmış bir kitaptı ve yeni okurlarla tanışmaya hazırlanıyordu. Bu benim kendi yazınıma duyduğum genel bir bağlılık, her şeyin ötesinde, gelecek yazınıma. İnanıyorum ki farklı kitaplara ve diğer plastik sanatlara dağılan bu eserim özel bir kitap, varlığımın çok büyük bir kısmını verdiğim eserim. Ve bu ihlal benim bütün yazınımı etkiledi ve sorun çözülene kadar, bir insan olarak yazdıklarımla artık “bir” olamayacağımı hissettim. Hayatımı adamış olduğum bir şeye ihanet ettiğimi düşünmek ve bu tacizi gerekli şekilde tamir edememek beni dehşete düşürdü. Zanaatımı devam ettirmem için gereken etik şeffaflık yoktu. Başka bir deyişle, sadece geçmişten herhangi bir kitabı savunmaya çalışmıyordum. Aynı zamanda, gelecekte henüz belirmemiş bir kitabı da kurtarmaya çalışıyordum. Belki de asla ortaya çıkamayacak bir şeyi. Bir sanatı ve bir ideali savunuyordum.
Bu süreç boyunca yaşananları izlemek gerçekten ilginçti. Öteki şeylerin arasından, bir şekilde yazar benliğimin, kendini kurgum içerisine kamufle etmeye çalıştığını sonunda anlamaya başladım. Yazarların ya dünyadan kaçtığını ya da onu yeniden yarattığını anlatan o çok bilinen sözün pratiğe döküldüğünü gördüm. Bunun, kaçmak zorunda olduğum her türlü rahatsızlığa rağmen gerçekleşmiş olması önemli. Bunu geç bir vaftiz edilişe benzetiyorum. Yazının hayatımda ne kadar esas bir yeri olduğunu anlamamı sağladı. Komik olansa, dışardan baktığımda hiçbir şey değişmemişti. Her zamanki gibi, aynı kararlılıkla yazmaya devam ettim. Ama yazar benliğim, eğer böyle bir şey varsa, eskisi gibi değildi. Yakın zamanda, artık yeni edebiyat temsilcilerim sayesinde daha çok kök salmış projelere başladığımı hissediyorum. Dünya çapına dağılmış, hiçbir telif hakkına ya da tarihi geçmiş kontratlarla basılmaya devam eden düzinelerce kitabımı birlikte “temizliyoruz”.
Yazar kimdir? Kitap nedir? Okur kime denir? Bu sorular, yeni bakış açılarından, hâlâ karşılık bulamamış sorular.
AS: Şimdi durum nasıl? Yazı hayatının “iş” kısmıyla ilgilenmek zorunda olmak sizi direkt olumlu bir şekilde teşvik etti mi?
MB: Durum iki taraf için de iyi sonuçlandı. Hakların tam olarak kazanılması ve kopyaların geri çekilmesiyle yazına olan bağlılığımı yeni baştan kurabildiğimi hissediyorum. Tüm bunların karşılığında, dava açmadım, çünkü düzensizlikler sadece etik denge üzerinde karşımıza çıkmadı. Olayın bir de ekonomik boyutu vardı. Ve itiraf ediyorum ki, bu durumu kullandım. Açık bir şekilde olaya çözüm ararken bunu bir performansa dönüştürdüm. Sosyal medyayı kullandım – günlük olaylarda gerçekten bir etkisi olup olmadığını görmek için. Görüyorum ki zaman kaybı değilmiş.
Ek olarak, kişisel düzeyde, insanlarla yeniden iletişim kurdum: arkadaşlarımla ve dayanışma içerisinde olan gazetecilerle. Ve dünya çapında okura ulaşan dergilerde yaşananlar hakkında yayımlanan makalelere baktığımda, edebiyatın ve sanatın manipülasyonu açısından baktığımda, görüyorum ki klasik, modernist ilişki artık değişmiş. Bu ilişkinin gerçekten diğer türlü olup olmadığını merak ediyorum, ama bu kategoriler hakkında konuştuğumuzda kendimizi tamamen başka bir şeyle yüzleşirken buluyoruz. Yazar kimdir? Kitap nedir? Okur kime denir? Bu sorular, yeni bakış açılarından, hâlâ karşılık bulamamış sorular.
AS: Yazı ve edebiyat olmasaydı Mario Bellatin kim olurdu?
MB: Birkaç yıl önce çok yakın olduğum bir arkadaşım bana direkt olarak şöyle dedi: eğer hayatımda yazı olmasaymış bir aptal olurmuşum. Çok iyi hatırlıyorum, o zaman yaptığı yorum beni alarma geçirmişti. Bir süre söylediklerinin olası imalarını çözmeye çalıştım. Ta ki sonunda söyledikleriyle aynı fikirde olana dek. Hatta yazıya başlamamdaki nedenlerden birinin gerçek bir aptal olmamak olduğunu bile düşündüm. Çünkü yazı kırk yıldır aralıksız olarak uğraştığım bir iş ve rasyonel çerçevede, böyle bir görevi gerçekleştirmek için bir sebep bulamıyorum. Ve sanıyorum ki yazı ve ahmaklık arasındaki ilişki, işte o nokta sadece bir anekdot olarak kalmamalı. Ben kendim tekrarlardan kurtulamayan, obsesif, anlaşılması zor, sonu bütününü savunmayan aptal bir yazın, öyle uzun anlar deneyimledim. Öyle aptal bir yazın ki, zamanında müdahale etmiş olmasaydım, şu anda günlerimi ruh ve sinir hastalıkları hastanesinde ya da öyle bir yerde geçiriyor olurdum. Son zamanlarda, fark ediyorum ki günlük hayatımın büyük bölümünde yazınımda ne olacağıyla çok az alakası var. Sanki bunlar aynı hızda birbirinden bağımsız ilerleyen iki farklı gidişat. Ve bazen ikisi arasındaki dengesizliği hissetmek pek hoş olmuyor. Bazen kendi kendime düşünüyorum. Diğer insanların hayattaki sorunları –bunlardan biri aşk– deneyimlemek ve çözmek için harcadığı zamanı, ki çoğunda kendimi kaybolmuş hissediyorum, ben bambaşka bir zamanda günlerce sadece köpeğim ve daktilomun eşliğinde geçiriyorum.
AS: İnsanlar eserleriniz hakkında soru sorduğunda bir şeyler uydurmakla ünlüsünüz – mesela sonunda hakkında bir kitap yazdığınız koca burunlu hayali bir Japon yazar. Bu söyleşide de sizin uydurduğunuz bazı şeyler keşfedebilecek miyiz? (Umuyorum ki öyledir.)
MB: Tabii ki. Soru cevaplamak bir sanattır. Aslında bu konuyla ilgili bir kitap yazmak üzereyim. Önemli nokta şu ki, bir soruyu cevaplarken aklınızda mutlaka söylediğinizin tam tersini ifade ettiğinizi ve bunun eşit derecede –nasıl baktığınıza göre değişir– mantıklı ya da absürt olduğu ihtimalini bulundurmanız gerekir.
Warning: Trying to access array offset on value of type bool in /home/notoskitap/public_html/wp-content/plugins/nm-custom-code/includes/post-social-share.php on line 16
İlgili Yazılar
İlk Göz Ağrısı (82): Özcan Yılmaz ve “Akıp Giden Günlerimiz” (Söyleşi)
Parşömen Fanzin, 26 Şubat 2021 Edebiyat ortamımız, ülkemizin hali pür melalinden farklı değil. Yani, kaos hakim. Çok fazla kitap yayımlanıyor, eleştiri yok denecek kadar az vesaire. Bunlar hepimizin bildiği şeyler. Ve fakat ne şekilde, nasıl olursa olsun ilk kitabın heyecanı da ayrı. Kağıt oyunu oynayanlar bilir, ilk elin günahı olmaz. İlk kitaplar da, tıpkı sonrakiler …
Mesele Verónica’nın dönmeyişi değil…
Eray Ak, Cumhuriyet Kitap, 16 Temmuz 2015 Alejandro Zambra’nın Türkçedeki üçüncü romanı “Ağaçların Özel Hayatı”, tıpkı yazarın diğer romanlarında olduğu gibi bir yazar adayı kahramana sahip. Daniela adında bir kızı olan Verónica ile beraber ve her şey, Verónica’nın gittiği resim kursundan eve dönmeyişiyle başlıyor. Ancak roman için mesele Verónica’nın dönmeyişi değil. Zambra kitabında, bir hikâyenin …
İsis’in peçesini kaldırmak
Burcu Bayer, Sabit Fikir, Sayı 21, Mayıs 2015 Sais Çırakları, romantik edebiyatın şaheserlerinden biri olarak raflardaki yerini alıyor. 18. yüzyılın sonlarında Jena Okulu, uzaklara bakma mütehassısları yetiştirmekle meşguldü. Schelling ve Fichte felsefelerinin etrafında kümelenmiş romantikler olarak, büyüsü bozulmuş dünyayı yeniden büyülemeye uğraşıyorlardı. Bu okulun ebedi öğrencilerinden biri olan Novalis ise neredeyse saydam bilekleri ve ateşli …
Sanki çevirmemişim de ben yazmışım gibi
Kaya Genç, Sabah, 19 Haziran 2015 1969 doğumlu İngiliz yazar Tom McCarthy’nin C adlı romanı yayımlandığında çağdaş romana büyük bir yenilik getirdiği söylendi. Notos Yayınları tarafından yayımlanan kitabın okunması zor fakat kitap bittiğinde insana “iyi ki okumuşum” dedirtiyor. Daha önce çevirdiğim hiçbir kitap, Tom McCarthy’nin C’si kadar, benimle, hayatımla, kendi yazdığım kitaplarla alakalı olduğunu hissettirmemişti bana. …