1956’da İngiltere’de varoluşçuluğu gündeme taşıyan kült kitabı Yabancı Türkçede ilk kez Notos tarafından yayımlanan, 2013’te 82 yaşında hayata veda eden Colin Wilson, International Herald Tribune’den Brad Spurgeon’la 2005’te yaptığı söyleşi Yabancı’nın sansasyonel çıkış hikâyesini, 1950’lerin edebiyat atmosferini ve elli yılın ardından kendi felsefesine bakışını anlatıyor…
Brad Spurgeon: Hayatınız bir bakıma daireler çizerek geçti. Başlangıçta Yabancı’yla büyük bir başarı yakaladınız. Ardından eleştirmenlerin hışmına uğradınız. Sonra 1970’lerde tekrar gündeme gelip eleştirmenlerin övgüsünü yine aldınız. Son yazdığınız otobiyografiniz Dreaming to Some Purpose’ın (Bir Amacı Düşlerken) ald ığı tepkiler için de böyle bir döngüden söz edebilir miyiz?
Colin Wilson: Bilmiyorum. Söyleyebileceğim tek şey erken bir başarı yakalamış olmanın tehlikeli bir şey olduğu. Fazla başarılı olup şöhrete yaslanmak, içinden çıkamadığınız kumdan bir bataklığa düşmek gibi. Mesela Andrew Lloyd Webber gibi başarılı olmak kadar kötü bir kader hayal edemiyorum. Korkunç bir şey olmalı. Çünkü sonrasında gidecek bir yer yok. O yüzden Londra’dan uzaklaşıp buraya, Cornwall’a geldiğimde rahatladım. Mizaç olarak işkolik biriyim. Psikolojik olarak sağlıklı tutuyor insanı.
BS: Angry Young Men (Öfkeli Genç Adamlar) dönemiyle ilgili ne söylemek istersiniz?
CW: Pek çoğunun trajik hayatları oldu. Görünüşte başarılı olan Look Back in Anger’ın (Öfkeyle Ardına Bak) yazarı John Osborne gibileri bile bir noktadan sonradan yokuş aşağı yuvarlandı. Kimse gelmediği için son oyunu sahneden kalktı vs. Sonra Kenneth Tynan: İçki, sigara ve cinsellik peşinde yıkıldı gitti. Kingsley Amis alkolik oldu. John Wain bir anda söndü, ekmek kuyruklarına düştü. Humphrey Carpenter dönemle ilgili yazdığı kitabın alt başlığına “50’lerin Komedisi” demişti. Ama aslında çoğunun yaşadığı hayat trajediydi.
BS: Neden böyle olduğunu söyleyebilir misiniz?
CW: Çünkü temelde söyleyecek önemli bir şeyleri yoktu. Takip ettikleri bir çizgi yoktu. Faulkner’a da Norman Mailer ve Gore Vidal gibi yeni yazarlar hakkında ne düşündüğünü sorduklarında, “İyi yazıyorlar ama bir şey söylemiyorlar” demişti. O dönemden takdir ettiğim nadir insanlardan biri Doris Lessing’dir. Bizim yarattığımız dalgadan yazarların politik ve edebi denemelerinin derlendiği 1957’deki Declaration(Bildiri) kitabında o da bizimle beraber yazmıştı. Onlar arasından ilginç kalmayı sürdürebilen az sayıdaki kişiden biri de Doris oldu bana kalırsa. Zira ilgi alanı politik meselelerden insanın evrimine kaydı ve elbette benim için de her zaman en başta değerli olan buydu.
D.H. Lawrence’ın yaptığı gibi sosyal statümü ya da geldiğim çevreyi pek önemsemedim. Bana göre önemli olan tek şey fikirlerdi. Bir matematikçinin sınıfsal durumu bizi nasıl ilgilendirmiyorsa yazarlar için de böyle olmalı.
BS: Amerika’da görece daha az karşılaştığımız sınıf sorununu İngiltere’de yaşadınız sanırım. Edebiyat camiasında işçi sınıfından gelen ve kendi başına yola çıkıp başarılı olan bir entelektüele karşı bir derece direnç söz konusu oldu mu?
CW: Kısmen doğru. Bir çeşit husumet gerçekten var. Ama ben şahsen sınıf sorunu üstünde çok durmadım. Mesela D.H. Lawrence’ın yaptığı gibi sosyal statümü ya da geldiğim çevreyi pek önemsemedim. Bana göre önemli olan tek şey fikirlerdi. Bir matematikçinin sınıfsal durumu bizi nasıl ilgilendirmiyorsa yazarlar için de böyle olmalı.
BS: Üniversiteye gitmeyen insanlar genelde bir noktada pişman olur. Fakat siz neticede bir şekilde parlamayı başardınız. Akademik hayat zaman kaybı da olabilirdi. Üniversite eğitimi almamış olmak sizin için sorun oldu mu?
CW: Hayır. Aslında üniversiteye gitmediğim için kendimi şanslı hissediyorum, çünkü kendi kendimi yetiştirmek konusunda iyiydim. Ancak bu şekilde gerçekten bir şeyler öğrenebilirsiniz. Edebiyat, felsefe, şiir, bilim derken o kadar çok şeyle birden ilgileniyordum ki hepsini birden çalışabileceğim bir üniversite bulmam zaten zor olurdu. Irish Murdoch üniversiteye gitmem gerektiğini düşünüyordu ve beni Oxford’a sokmayı teklif etmişti. “Neden?” diye sormuştum. Alakasız geliyordu çünkü. Mesela ergenliğimin sonlarına doğru sanat beni cezbediyordu. Sonuçta yirmi yaşına geldiğimde kendi başıma okuyarak sanki Courtauld Sanat Enstitüsü’ne gitmiş kadar olmuştum. Bilgiyi yutup sindirmek üzere delice bir arzum oldu hep. Bütün hayatıma yön veren güdü bu oldu.
BS: Yazar olduktan sonra üniversitelere çokça ders vermeye gittiğinizi öğrendim, bana bu manidar gelmişti. Hyde Park’taki serbest kürsüde mi başladınız ilk kez topluluğa hitap etmeye?
CW: Shaw da konuşmayı Hyde Park’taki serbest kürsüde öğrenmişti. Ama daha ortaokuldayken sınıfta konuşmaya falan alışıktım. O yüzden Hyde Park faslı pek de işin cilası gibi olmadı açıkçası.
BS: Angry Young Men (Öfkeli Genç Adamlar) hareketinin biraz basının icadı olması ve sizin aslında çok da öfkeli bir genç adam olmamanız da ilginçti.
CW: Aramızda mesela John Osborne gibilerinin hoşuna gitmişti bu. Onun için bir kimlik olmuştu. Gidip arabasına AYM1 plakasını almıştı. Bense herhangi bir şeye öfkeli değildim. Neden öfkeleneyim? Temelde bir düşünürüm. Olumsuz duygularla atlayıp zıplayıp bağıramam. Olumsuz duygular beni iğrendirir.
BS: O yüzden böylesi büyük bir başarı yakalayıp bundan mustarip olmanın iyi bir şey olduğunu söyleyebilir miyiz?
CW: Aslında tekrar kendi yabancılığıma dönmeme sebep oldu. Hayatımın erken dönemlerinde gerçekten bağımsız olmayı öğrenmek zorunda kalmıştım. Zorluklar karşısında mutsuz olup perişan olamazdım. Arabamı bataklığın içinden çekip çıkarmak zorundaydım. Sonra Yabancı yayımlandı ve ilkin yanıldığımı düşündüm. Sert tepkiler aldım, Nietzsche’nin Tragedyanın Doğuşu gibi alımlanacağını zannediyordum. Aksine insanlar benim dâhi olduğumu söylemeye başlamıştı. İkinci kitabım Religion and the Rebel (Din ve Başkaldırı) yayımlandığında bir senedir şöhret furyasında yaşıyordum. Şimdi eşim olan, o zaman beraber yaşadığım Joy’un ailesi kitaplar için not aldığım birtakım uç fikirleri okuyup gerçek zannetmiş ve bir gün dairemi basmıştı. Babası elinde kırbaçla “Oyun bitti Wilson!” demişti. Manşetlere çıktık. Sonra Dublin’e kaçmak gibi bir hata yaptık. Daily Express peşimize takıldı ve olay Time Magazine’de de patladı. Bunun üzerine yayıncım Gollancz bana “Tanrı aşkına, Londra’dan uzaklaş, yoksa bir daha asla kitap yazamayacaksın” demişti. O yüzden buraya, Cornwall’a yerleştik. Sonra ikinci kitabım çıktığında lime lime edildi. Niye böyle olduğunu görebilirsiniz ama bir bakıma ben de rahatladım. Sahnede spot ışıklarının üstüme çevrilmesinden bunalmıştım. Meşhur olmak fena bir şeydi. İçkiyi fazla kaçırıp sersemleyince odanın dönmeye başlaması gibi bir his. Partiden partiye, röportajdan röportaja, stüdyodan stüdyoya koşuyorsunuz. O yüzden tamam deyip bir yazar gibi yaşamaya başlamak rahatlatmıştı beni. Herkesin bana saldırmaya geçtiği zamanlarda bile yapmam gereken şeyin öneminden asla şüphem olmadı. En başından beri bunu hissediyordum.
BS: Yabancı’yla beraber hayatınızdaki bu gelişme bir yandan da hiç beklenmedik bir şey değil miydi? Kitap yazmak istiyordunuz ama birden basında bu şöhret furyası patlak verdi.
CW: Benim yaptığım bir şey değildi. Meşhur olmanın sadece yazarak hayatımı kazanmama iyi bir etkisi oldu tabii. Ama insanlarda husumet de yarattı. Şöhretiyle sürekli gündemde olduğu için Shaw da benzer bir husumet görüyordu ama o zaman çoktan rahata ermiş olduğu için umursamıyordu hiç. Bense zengin falan değildim. Hâlâ geçinmem gerekiyordu. Mesele sadece şöhret de değildi. Her şekilde bu husumet olacaktı sanırım. Ben temel olarak düşüncelerimi yazan biriyim. İngilizlerin düşüncelerle ilgilendiğini pek zannetmiyorum. Kıtada durum daha farklı. Sartre, Foucault ya da Derrida gibi bir düşünce insanı olduğunuzda halk sizi tanır. Ama mesela İngiltere’de bu isimlerin felsefe dünyasındaki denkleri bilinmez bile.
BS: Yabancı’yı yazarken Hampstead Heath Parkı’nda kalıp uyku tulumunda yattığınız gibi hikâyeler de basın tarafından pompalandı ve bütün bilgiler birbirine karıştı.
CW: Doğru. Aslında parkta yatarken Yabancı’yı değil, Ritual in the Dark (Karanlıkta Ayin) romanımı yazıyordum. Fakat Yabancı’nın temelini de bu romanı yazarken atmıştım. Arkadaşım Bill Hopkins’e romanda üç farklı karakter olduğunu anlatıyordum: büyük bir entelektüel disipline sahip ama duyguları ve bedensel farkındalığı gelişmemiş biri, duygusal olarak gelişmiş ama aklını ve bedenini ihmal etmiş biri ve sadece bedensel zindeliği olan bir diğeri. Hepsini bir araya getirmek gerektiğinden bahsediyordum. Bunu düşünürken Yabancı’nın taslağını çıkardım aslında. Nietzsche, Van Gogh ve Nijinski sırayla böyle karakterlere sahipti. Karamazov kardeşlerin de böyle olduğunu görünce kitabın temel fikirlerinden biri de bu oldu.
BS: Yabancı’da ismen tanımak dışında pek bilmediğimiz Nijinski gibi sanatçıları da ele almıştınız.
CW: Yabancı’yı yazdığım zaman Hermann Hesse de bilinmiyordu. Onun hakkında İngilizce yazan ilk bendim. Tabii kitabın başarısının ardından her yerde Hesse alıntılanıyor, Amerika’da hakkında kitaplar, tezler yazılıyordu. Tabii Yabancı biraz fazla tutmuş olduğu için kimse bana referans vermek istemiyordu.
BS: 1970’lerde ben lisedeyken herkes Hesse okuyordu.
CW: Britanya Müzesi’nde Hesse’nin çevrilmiş her şeyini okumuştum. Eliot’ın Çorak Ülke’nin notlarında alıntıladığı, Hesse’nin kısa denemesi Glimpse into Chaos (Kaosa Göz Kırpmak) dahil. Yabancı’nın başarılı olmasının sebeplerinden biri de çoğu insanın pek bilmediği yazarlarla dolu olmasıydı. O yüzden entelektüel eleştirmenler bile ilgi çekici ve bilgilendirici bulmuştu kitabı.
BS: Böyle düşünen ve kendilerini bir kitap yazacak güçte görmedikleri için sizi takip eden de çok hayranınız var.
CW: Yabancı’yı yazdığımdan bu yana kültürün çok değişmiş olduğunu unutmayalım. O zamandan beri olan biten her şeyi anladığımı söylemem ama bir çeşit kült figüre de dönüştüm. Mesela bizim kuşakta, 1990’larda da modern edebiyatın Jön Türkleri olarak görülen, Modern Review’u çıkaran Londralı bir grup yazar vardı.
BS: Şöhretin statüsüne iyice alışıp sonra sadece meşhur olmak dışında bir şey yapmayan Truman Capote gibileri de var.
CW: Ama bu onu mahvetti. Uyuşturucu, alkol vs. Truman’a bir itirazım yok. Söyleyecek çok önemli bir şeyleri olmasa da takdir ediyorum onu. Çok duygusal ve hisliydi. Ama eğer bir yazarsanız insanlardan uzaklaşmak ve işinize odaklanmak inanılmaz derecede önemlidir. Gerçi bir sefer benim hakkımda çok da hoş şeyler söylememişti. Paris Review’a verdiği bir röportajda Kerouac için “Sadece bir daktilocu!” demişti. “Peki ya Colin Wilson?” diye sorduklarında da yine “Ah o mu? O da daktilocu!” diye devam etmişti.
BS: Paris Review’un kurucu editörü olan ve 2003’te ölene dek görevde kalan George Plimpton’la 1950’lerin başlarında ünlü olmadan önce tanışıklığınız olduğunu da otobiyografinizden öğrendik.
CW: Paris Review’un kurulduğu zamanlarda İngiltere’den kaçıp Fransa’da dolaşıyordum. Yabancı’dan önce yazar olmaya uğraşırken sokaklarda adres adres dolaşıp dergiye abonelik satarak geçinmeye çalışıyordum. Paris’teyken George’la aram çok iyiydi ve nihayet Yabancı çıktığında George’un çok sevineceğini düşünüp ona da haber vermiştim. Ama hiç geri dönmedi. Sanırım kitabın elde ettiği başarı onda bana karşı bir hisse dönüştü. Birkaç kişi daha böyle davrandı. Kingsley Amis de böyle yapmıştı. Kitap çıktıktan sonra bir teras partisine Amis ve Wain beraber gelmişti. Amis orada Wain’e şöyle demiş: “Bak, Wilson hayvanı da burada, gidip çatıdan atayım şunu!” Wain tabii onu durdurmuş. Yıllar sonra anlatmıştı bana bunu. Aslında bu insanların hepsi sönüp gitti ve çok üzücü bir durum tabii. 80 yaşındaki Doris ve Alan Sillitoe’dan başka kimse kalmadı.
BS: Romanlardan düşünce ve eleştiri kitaplarına çok geniş bir yelpazede yazdınız. Her yerde yüzeye çıkan birçok temel motif söz konusu. Fakat kapsamınız çok geniş. Bunu belirli bir amaçla mı yaptınız?
CW: Aslında hayır. Fakat her zaman birçok şeyle birden ilgilendim. Kamuoyu yaratmak açısından en büyük sorunum da çok fazla şeyle ilgilenmem oldu. Felsefe, psikoloji, edebiyat, kriminoloji, okült, müzik ve hatta şarap üstüne de kitaplar yazdım. Sanırım eleştirmenler sizi bir kefeye koyamazsa anlaşılmanız zorlaşıyor. 1960’larda BBC’den bir yapımcı benimle ilgili bir program yapmak üzere ziyaretime gelmişti ama beraber bir hafta sonu geçirdikten sonra, “Üzgünüm ama sizle ilgili bir şey yapmak imkânsız sanırım. Nereden başlasam hiç bilemiyorum!” demişti.
BS: Bu kadar farklı alanlarda hem kurgudışı hem de kurgu kitaplar yazmak sorun oldu mu?
CW: Hayır, bunun her zaman gerekli olduğuna inandım. Shaw her zaman sanatçı-filozoftan bahsetmiştir. Düşünce kitapları yazmadan önce roman yazmaya çalışıyordum zaten. Karanlıkta Ayin’i Yabancı’dan çok daha önce, on altı yaşında yazmaya başlamıştım.
BS: Bazı kurgu eserlerinizde sembolik durumlar kullanıyorsunuz. Fabl gibi. Hem düz anlamda bilimkurgu olarak okunabilir hem de alegori olarak.
CW: Bana başlangıçtan beri tüm eserlerimin temelinde ne olduğunu sorarsanız şunu diyebilirim: İnsanlarda yanlış giden bir şeyler var ve buna parmak basmaya çalışıyorum. Yabancı’da ele aldığım şekliyle ilk günah kavramı gibi bir şey. Ancak zemberekle çalışan eski, ayaklı duvar saatleri gibiyiz. Suç dünyası bu yüzden Dostoyevski gibi benim de çok fazla ilgimi çekti. İnsanlarda yanlış gidenin ne olduğunu görmek için en büyük kıssalar buradan çıkıyor. Bir şekilde bunu ifade edecek imgeler bulmaya çalıştım ben de.
BS: İyimser felsefenizi ne zaman oluşturmaya başladınız?
CW: Ergenliğimde intihar etmeye çok yaklaşmıştım. Benim gibi altındaki arabayı çamurdan çekip çıkarmak zorunda olan herkes için iyimser olabilmek ölüm kalım meselesidir. Aslında on yaşından itibaren bilimin büyüsüne kapıldığım için iyimser olmaya başlamıştım. Bilimin insan varoluşunu değiştireceğini düşünüyordum. H.G. Wells’in bilimkurgu romanlarını okumuştum ve üzerimdeki ilk büyük etki o olmuştu. Sonra tabii bildik ergenlik buhranlarına düşünce nihilist olmaya ve her şeyin illüzyon olduğunu düşünmeye başladım. Sonra zamanla bundan kurtuldum. Nietzsche’nin dediği gibi: “Felsefemi iyileşme irademden yarattım.”
BS: Wells ve Shaw gibi iyimserler de zamanında büyük entelektüeller olarak kabul görüyordu. Sonra bu pesimizme sürüklenmemiz nasıl oldu?
CW: Olan biten biraz daha karışık doğrusu. 1740’a kadar aslında edebiyat henüz tam olarak uçuşa geçmemişti. Roman henüz yeni başlıyordu. Aphra Behn gibi romancılar vardı tabii ama roman dedikleri şeyler daha ziyade Oroonoko gibi Pasifik adalarında geçen tuhaf fantezilerdi. Defoe’nun romanları da daha ziyade haber aktarma üslubundaydı. Derken Londralı bir matbaacı olan Samuel Richardson nasıl mektup yazmak gerektiğiyle ilgili bir kitap yayımladı. Kitap tutunca aslında bu tekniği kullanarak düzgün bir roman yazılabileceğini düşündü ve Pamela’yı yazdı. Büyük bir malikaneye çalışmaya giden hizmetçi bir kızı anlatıyordu. Kız tabii daha sonra evdeki efendisinin asıl niyetine uyanır ve romanın geri kalanı kızı yatağa atma hikâyesine dönüşür. Roman birdenbire popüler oldu, ilk çoksatar Pamela’dır. İşin aslında kitap ahlakçı bir tür pornografiydi ve okurların nefesini kesmişti. Adam sonunda kızla yatmayı başaramaz tabii ve erdeminden çok etkilendiği için evlenmeye karar verir. Sonu tam bir romanstı. Bütün Avrupa’da tuttu. Richardson da aynı formülü sonraki romanı Clarissa’da tekrarladı. Ama bu sefer kız tecavüze uğruyordu.
Tekerleğin icadından bu yana en büyük buluş romandır. Sihirli bir uçan halı gibiydi. İnsanlar koltuklarına oturup başkalarının hayatına uçabiliyordu. Artık kendi bedeninize hapsolmak zorunda değildiniz. Başka birinin kılığında saatler geçirebilirdiniz. Kısa sürede roman yazmak bir endüstriye dönüştü: Fielding, Smollett, Sterne… Avrupa’nın her yerinde insanlar bu uçan halıya biniyor ve kendi sıkıcı hayatlarını geride bırakıyordu. Önceki yüzyıllarda bu deneyimin dengi tiyatroydu ama o daha çok çaba gerektiriyordu. Romanla beraber artık köyde sıkıcı bir hayat yaşayan ev hanımları pencere kenarına kapanıp bütün gün Pamela olabiliyordu. Bütün bunlar harikaydı tabii ama sorun şuydu: Kitabın kapağını kapatıp iğrenç bir çarpışmayla dünyaya döndüğünüzde gerçeğin kurgu kadar güzel olmadığını görüyordunuz. Mesela küçük kızımı Oz Büyücüsü’ne götürmüştüm. Çıkışta “Keşke gökkuşağının üstünde bir ülke olsaydı” demişti ve feci üzgün görünüyordu.
Romanın icadından sonra giderek büyük bir sorun haline gelmeye başladı bu. Bütün romantik yazarlar gerçek dünyadan bezmişti. Çoğu ya alkol ve uyuşturucu bağımlısı oluyor ya da intihar ediyordu. Hayal gücüyle yarattığımız dünyayı çok daha çekici buluyorlar ve dünyaya karşı hassaslaşıyorlardı. “Dünyada milyonlarca dudağın aradığı bir yerlerde var olmalı” diyordu Yeats. Fakat işin korkunç gerçeği şuydu ki aslında yoktu böyle bir şey. Hayalden ibaretti. Gerçek hayat ile hayal gücümüz arasındaki uçurum giderek açıldı.
Goethe’nin Genç Werther’iyle beraber 1770’lerde başlayan romantizm birkaç nesil boyunca şair ve romancılara hayal dünyasında yaşamayı öğretti: İngiltere’de Coleridge, Byron, Shelley; Almanya’da Hoffman, Jean Paul, Ludwig Tieck. Önlerinde bir seçim uzanıyordu: Ya gündelik hayatın sıkıcılığı ya da derin anlamlarla dolu bir dünyanın canlılığı… Fakat bunlardan birincisini reddetmek aslında ölümü seçmek anlamına geliyordu. O yüzden 19. yüzyılın Yabancıları sinekler gibi ölüyordu – veremden, korkunç kazalardan. Kant okuyup gerçekliğin altında ne yattığını asla öğrenemeyeceğimizi hisseden Heinrich von Kleist sevgilisiyle beraber kendini vuruyordu mesela. Bütün yazarların doğal olarak Goethe’nin “Ebedi Kadın” imgesine vücut veren birini bulmaya çalışmasının sebebi de budur. (Şahsen eşim Joy’a rastlamış olmak bu açıdan benim için en büyük şanstı tabii.)
Zevkli olsa da hayatın bir illüzyon olmasındaki problem nedir peki? Özgür iradenin olmadığı ve bizim de makine olduğumuz anlamına gelir bu. Zihinsel yaşantımızın aslında sadece fiziksel duyumların yansıması olduğu fikri, hayvanların makine olduğunu düşünen Descartes’tan insanların da makine olduğunu söyleyen Fransız La Mettrie’ye kadar devam eder. Bu düşünce hassas tüm ruhları depresyona sokmaya yeter. Bununla bunalıma giren, özgür iradesi ve hayata karşı hiçbir gücü olmadığını düşünen zeki bir insan da, uçurumun kenarından aşağı itilen Kleist’ın durumunda bulur kendini.
İlk kitabım Yabancı’yı yazarken aklımda bu vardı. 1890’larda Yeats’in “trajik kuşak” dedikleri de: Dowson, Johnson, Beardsley, Thompson. Yeats’in kendisi de muhtemelen gündelik hayatı reddedip peri masallarına ve İrlanda efsanelerine dönmenin cezası olarak erken ölmeyi bekliyordu. Sonuç olarak entelektüel hayat kapkara bir kefenle örtülüydü. Fakat bir yandan da Kierkegaard ve Nietzsche gibi daha az duygusal entelektüeller de çıkıyordu. Aslında bu varoluşçular romantizmin ikinci safhası gibi görülebilir. Nihayetinde tabii “Yaşamak da ölmek de anlamsızdır, insan yararsız bir tutkudur” noktasında Sartre’a vardık.
Gençliğimde bu mutlak nihilizme ben de tutulmuştum ama bundan farklı bir yöne gitme ihtiyacı duyuyordum. Pesimizmi arkada bırakmak gerekiyordu. Romantiklerin bir sorunu da yüzeysel bir şekilde kendilerine acımalarıydı: “Hayat bana bunu nasıl yapar?” gibi bir tavır. Varoluşçuluk ise meseleyi daha somut bir halde ortaya koyuyor ve en azından saldırmayı kolaylaştırıyordu. Yazı yazmaya başladığım ilkgençlik çağımın entelektüel modası varoluşçuluktu. Hemingway’in “İnsan yok edilebilir ama mağlup olmamalı” cümlesi bana varoluşçuluğun temel düsturu gibi geliyordu. Fakat ben ne yok olmak ne de mağlup olmak istiyordum.
İşte o noktada romantizmin üçüncü safhası olarak yeni bir varoluşçuluk yaratmam gerektiğini düşündüm. Romantikler yenilmişti, varoluşçular stoacı bir ümitsizliğe varmıştı. Temelden iyimser olacak bir felsefe yaratmak gerektiğini hissediyordum. Tabii bunun zaten varoluşçuluğun kurucusu olan Edmund Husserl tarafından yapılmış olduğunu sonradan fark ettim. Yani algının aslında ok atan biri gibi yönelimsel olduğu düşüncesini. Demek ki gündelik hayattaki benliğimizin gerisinde görünmez bir okçu vardı: Kant’ın “transandantal benlik”i. Sartre bunu reddediyordu. Bizler sadece dünyaya tepki veren canlılardık. Tabii felsefe böylece eski çöplüğüne geri dönüyordu. Romantikleri mahveden probleme. Son kertede bütün filozoflar pesimist olmuştur. Sokrates ölümüyle filozofun kaderini gerçekleştirdiğini, zira filozofun amacının beden ile ruhu ayırmak olduğunu düşünür vs.
Sorun şu ki dünyayı algılamayı başarmak için yayınızı germeniz gerekir. Yorgun olup tembellik ettiğinizde her şey yavan ve sıkıcı gelir. Romantiklerin ümitsizliği de bundandı. Mekanikliğe düştüğünüz anda dünyayı William Blake gibi bir mistiğin ya da Van Gogh’un gözleriyle göremezsiniz. Aldous Huxley de meskalin aldığında bundan bahseder. Bilinçdışı olarak dünyaya atfettiğimiz kasvetten uzak, şeyleri olduğu gibi görmek. Koyu camlı bir gözlüğü çıkarıp aslında güneşli bir günde olduğunuzu fark etmek gibi. Aslında dışımızdaki gerçeklik sonsuz heyecan vericidir. Hayallerimizin de ötesinde canlı bir şekilde titreşiyordur.
Pesimist varoluşçuluğun mantığında böyle temel bir sorun görüyordum. Her şeyi karartan aslında kendi zihinleriydi. İyimserlik yüzeysel bir mizaç olarak görülür genelde. “İşte, sen güler yüzlü birisin” falan. Halbuki yazdıklarına her türlü mantık hatasının girmesine izin veren pesimistlerdi. O yüzden tamamen iyimser bir felsefe yaratmaya çalıştım. Bunu yapan tek kişi Nietzsche’dir. Tarihteki en büyük filozof da muhtemelen odur.
Kierkegaard da samimi bir dindar olduğu için Danimarka toplumundan nefret ediyordu. Dinin genellikle pesimizmin ve kasvetin sonucu olduğunu hatırlatmak isterim. Hegel’e tahammül edemiyordu Kierkegaard ama aslında Hegel de bir çeşit iyimserliğe vardığı için en büyük filozoflardan biridir. Fakat Kierkegaard, sonunda iyimser de olsa Hegel’in devasa bir felsefi sistem yaratıp bireyi boşa çıkardığını düşünerek lanet ediyordu. Elli kere demlenmiş aynı çayı ısıtıp ısıtıp içmek gibi geliyordu bu ona. Nasıl yaşanacağı açısından Hegel’in haritasında Kopenhag iğne ucu gibi kalıyordu. Kierkegaard’un istediği ise üstünde “Buradasınız” yazan haritalar gibi bir şeydi.
Peki ama Kierkegaard nereye gitmek istiyordu? Yönetmeni görmek istiyordu. Niçin buraya fırlatıldığını bilmek istiyordu. Hegel’in insanın tanrılaşmaya doğru gittiğini söylemesi işe yaramıyordu. Şimdi, tam bu anda ne yapması gerektiğini bilmek istiyordu. Fakat Hegel de haklıydı: Felsefe kuşbakışı görmektir. Fakat Hegel’in konumundan da çıkmazsanız Godot’yu Beklerken’deki gibi kalırsınız: “Yapacak hiçbir şey yok.” Yönetmeni görmek isteyen ama onun olmadığından emin olan ve hayatın berbat bir şaka olduğunu düşünen Beckett de bu durumun korkunç bir örneğidir. İki yüzyıl süren romantik pesimizmin zirvesidir. Gidebileceğiniz son nokta. Benim açımdan tuhaf olansa bize öylece ölmeyi beklememizi söylediği için bu adama Nobel vermiş olmaları.
Benim için asıl büyük mesele her zaman nasıl uyanabileceğimiz oldu. Maslow’un “zirve deneyimi” dediği bu harikulade anları yaşıyoruz ve bütün dünya kendiliğinden güzel geliyor. Wordsworth’ün “bir rüyanın görkemi ve tazeliği”, Proust’un “saadet anları” dediği, bir yandan mantıksız gelseler de mutlak, katıksız mutluluk dolu anlar. Proust şöyle der: “Bayağı, rastlantısal ve ölümlü hissetmez olmuştum.” Chesterton da bu duruma “absürd iyi haber” diyordu. Eğer bu haller doğruysa o zaman bizim aşırıya kaçan, kabullenilmiş kasvetimiz doğru değildir. Bir artı birin iki etmesi anlamında doğru değildir. Eğer böyleyse bu duyguyu yoğunlaştıracak şekilde nasıl yaşayabiliriz? Talihsiz romantiklere baktığımızda, her şeyin harikulade göründüğü anlar yaşadıklarını ama ertesi sabah uyanıp da etrafa baktıklarında ne halttan bahsetmiş olduklarını anlayamadıklarını görürüz. Mesele budur. Bu içgörüye, zirve deneyimlerine nasıl tutunacağız?
Abraham Maslow bana 1960’larda zirve deneyimlerinden bahsettiğinde, onun Sartre, Hemingway ve Beckett gibilerinin bir adım ötesine gittiğini görmüştüm. Maslow psikolog olarak hasta insanlarla çalışmaktan bunalmıştı, zira hastalıktan başka bir şeyden bahsetmiyorlardı. O yüzden sağlıklı insanları çalışıp onların nasıl olduğunu görmek istedi. Daha önce kimsenin fark etmediği bir şeyi gördü: Sağlıklı insanlar Maslow’un bulduğu ifadeyle sıklıkla bu “zirve deneyimi”ni yaşıyordu. Zirve deneyimleri illa büyük mistik tecrübeler değildir. Mesela Pasifik’te hiç kadın görmeden on yıl geçiren bir denizci medeniyete geri dönüp de bir hemşireyle karşılaştığında birdenbire sadece kadınların erkeklerden farklı olduğunu yeniden idrak etmekle böyle bir deneyim yaşadığını aktarmış. Zirve deneyiminde mekanikliğimizden ötürü atladığımız apaçık doğruları görürüz.
Maslow’a insanın kendi iradesiyle zirve deneyimi yaşamasının mümkün olup olmadığını sorduğumda böyle bir şeye tanık olmadığını, bu deneyimlerin kendi halinde yaşanıp gittiğini söylemişti. Ama bana kalırsa bir çelişkiydi bu. Freud’un kötümser hayat ve medeniyet anlayışının ötesine geçip insanların gerçeklik üstünde bir gücü olduğunu söylüyordu çünkü.
Psikolog Mihaly Csikszentmihalyi de 1990’da Akış: Mutluluk Bilimi diye bir kitap yazmıştı ve Amerika’da çoksatar olmuştu. Yazarların, müzisyenlerin, atletlerin deneyimlediği bu özgürleşme hissinden bahsediyordu. Maslow’un zirve deneyimidir bu. Zirve deneyimlerini genelde ciddi yazar ve düşünürlerle özdeşleştiririz. Goethe’nin Faust’u intihar edecekken Paskalya zamanı çalan çanları duymasıyla beraber çocukluğunu hatırlamanın akışına kapılır ve intihar düşüncesinden vazgeçer.
Hesse ise Doğu’ya Yolculuk’ta bizi canlandırıp gücümüzü artıran şeyin aslında küçük ayrıntılara dikkat etmek olduğunu söyler. Sıkılıp yorulduğumuzdaysa mekanik bir hale geçeriz. İnsanlar olarak sorunumuz aslında sızıntı. Bileklerini kesmiş birisinin kan kaybetmesi gibi enerjimizi sızdırıyoruz. Fakat bir şeyle ilgilenmeye başladığınız anda bu sızıntı kendiliğinden kapanır. Gençlerin ergenlikte yaşadığı da bu olduğu için olan biten karşısında perişan halde kalpleri kırılıyor. Farkında olmadan dünyayı sürekli gölgeleyip önyargılarımızın algılarımıza ve dünyaya sızmasına izin veriyoruz.
Fenomenoloji de tamamen bununla ilgilidir. Husserl de önyargılarımızın algılarımıza sızdığını söylemiştir. Yapmamız gereken dünyayı neredeyse bir simgeler silsilesi olarak görecek şekilde mesafeli durmak ve duygularımızla tepki vermemektir. Fenomenoloji bir çeşit mesafe koyarak gözlemci olmaktır. Acı ve perişanlığı kabullenmekten değil, acıtana kadar gerçek bir çaba göstermekten bahsediyorum.
BS: Tarihin tekerrürden ibaret olduğunu ve insan doğasının pek değişmediğini görüyoruz.
CW: Doğru, pek değişmiyor. İnsanlık olarak arkamızda çokça yenilgi bıraktığımız için mağlubiyete meylediyoruz. Aslında teknolojik dünyamız bizi köklerimizden ayırdığı için bugün bunu daha fazla görüyoruz. Ama sanırım köklerimize geri dönmeye de başlıyoruz. Önümüzdeki yüzyılda insanın değişeceğini düşünüyorum. Bahsettiğim gibi, gerçeklikle her daim temas halinde olma becerisini geliştirebilirsek farklı bir insan türü olacak. Zirve deneyimlerini yaratmanın çok kolay olduğu bir dünya yaratmak mümkün. Örneğin Hindu ermiş Ramakrişna istediği zaman Samadhi’ye girebildiğini söylüyordu. Mutlaka bir şeylerin olması gerektiği bir noktaya geldik sanırım. Buckminster Fuller “Ben bir fiilim” diyordu. Otomatiklik dışına çıktığımız bu berraklık anlarında hissettiğimiz de budur. Fiil haline gelirsiniz. Fiil olmaya başladığımız zaman her şey değişecektir.
BS: Bunda siz ne kadar başarılı olduğunuzu düşünüyorsunuz?
CW: Söylediklerim henüz pek anlaşılmamış olsa da yapabildiğimi düşünüyorum. Çok zaman var. Ben de uzun bir süre ölü olacağım zaten.
Kadir Işık, BirGün Kitap, 18 Haziran 2021 Çağatay Yılmaz kısa öykü sınırlarını zorlayan öykülere kocaman hayatlar sığdırmış, olayları adeta adım adım ilerliyor, ince ayrıntılar her satırda kendini gösteriyor, okuru sıkmıyor, dikkatini canlı tutuyor. Çağatay Yılmaz’ın ilk kitabı ‘Bizi Buraya Getiren Şeyler’ Notos Kitap tarafından geçen yılın son aylarında yayımlandı. Kitap on iki öyküden oluşuyor. Yazar …
Semih Gümüş, Radikal Kitap, 12 Mayıs 2013 Bir aşk hikâyesi: yavan bir söz aslında. Bonzai’de de, Eve Dönmenin Yolları’nda da iki benzersiz aşk hikâyesi yazmış Alejandro Zambra. Alejandro Zambra’nın yazdıklarını okudukça, edebiyatın ne olduğuna ilişkin bilgimizin hep sınırlı kaldığını görüyorum. Latin Amerika edebiyatında genç kuşakların büyülü gerçekçiliğin sınırlarının dışına çıktığını görüyoruz. Orada da kendilerini geleneksel …
Gültekin Emre, Agos Kirk, Ağustos 2015 Sonunda bu da gerçekleşti. Paul Klee’nin 51 deseniyle Novalis’in ölümünden sonra yayımlanan ünlü yapıtı ‘Die Lehrlinge zu Sais’, yani ‘Sais Çırakları’ (1798-1799) Mehmet Barış Albayrak tarafından Türkçeye kazandırıldı. Peki, kimdir Novalis? 1772-1801 yılları arasında yaşamış, tanrısal varlığın derin bir sevgiyle kavranabileceğini savlayan bir şair-düşünür. Novalis, felsefeye ilişkin düşüncelerini şiir, …
Semih Gümüş, Radikal Kitap, 26 Ağustos 2016 Şilili Alejandro Zambra yeni kuşakların en parlak yazarlarından birisi olarak görülüyor. Yakın gelecekte dünya edebiyatının en çok konuşulan yazarlarından birisi olacağını sanıyorum. ‘Belgelerim’ sıra dışı bir öykü kitabı. Alejandro Zambra, Şilili bu genç yazar çoktandır gözümde bir büyücünün yerini aldı. Onun yazdıklarını okumak, edebiyatın bizde öteden beri bilinegelen …
Colin Wilson: “Benim için iyimser olabilmek ölüm kalım meselesidir.” (Söyleşi)
Çev. Cihan Barış Özkan, Oggito, 30 Ekim 2018
1956’da İngiltere’de varoluşçuluğu gündeme taşıyan kült kitabı Yabancı Türkçede ilk kez Notos tarafından yayımlanan, 2013’te 82 yaşında hayata veda eden Colin Wilson, International Herald Tribune’den Brad Spurgeon’la 2005’te yaptığı söyleşi Yabancı’nın sansasyonel çıkış hikâyesini, 1950’lerin edebiyat atmosferini ve elli yılın ardından kendi felsefesine bakışını anlatıyor…
Brad Spurgeon: Hayatınız bir bakıma daireler çizerek geçti. Başlangıçta Yabancı’yla büyük bir başarı yakaladınız. Ardından eleştirmenlerin hışmına uğradınız. Sonra 1970’lerde tekrar gündeme gelip eleştirmenlerin övgüsünü yine aldınız. Son yazdığınız otobiyografiniz Dreaming to Some Purpose’ın (Bir Amacı Düşlerken) ald ığı tepkiler için de böyle bir döngüden söz edebilir miyiz?
Colin Wilson: Bilmiyorum. Söyleyebileceğim tek şey erken bir başarı yakalamış olmanın tehlikeli bir şey olduğu. Fazla başarılı olup şöhrete yaslanmak, içinden çıkamadığınız kumdan bir bataklığa düşmek gibi. Mesela Andrew Lloyd Webber gibi başarılı olmak kadar kötü bir kader hayal edemiyorum. Korkunç bir şey olmalı. Çünkü sonrasında gidecek bir yer yok. O yüzden Londra’dan uzaklaşıp buraya, Cornwall’a geldiğimde rahatladım. Mizaç olarak işkolik biriyim. Psikolojik olarak sağlıklı tutuyor insanı.
BS: Angry Young Men (Öfkeli Genç Adamlar) dönemiyle ilgili ne söylemek istersiniz?
CW: Pek çoğunun trajik hayatları oldu. Görünüşte başarılı olan Look Back in Anger’ın (Öfkeyle Ardına Bak) yazarı John Osborne gibileri bile bir noktadan sonradan yokuş aşağı yuvarlandı. Kimse gelmediği için son oyunu sahneden kalktı vs. Sonra Kenneth Tynan: İçki, sigara ve cinsellik peşinde yıkıldı gitti. Kingsley Amis alkolik oldu. John Wain bir anda söndü, ekmek kuyruklarına düştü. Humphrey Carpenter dönemle ilgili yazdığı kitabın alt başlığına “50’lerin Komedisi” demişti. Ama aslında çoğunun yaşadığı hayat trajediydi.
BS: Neden böyle olduğunu söyleyebilir misiniz?
CW: Çünkü temelde söyleyecek önemli bir şeyleri yoktu. Takip ettikleri bir çizgi yoktu. Faulkner’a da Norman Mailer ve Gore Vidal gibi yeni yazarlar hakkında ne düşündüğünü sorduklarında, “İyi yazıyorlar ama bir şey söylemiyorlar” demişti. O dönemden takdir ettiğim nadir insanlardan biri Doris Lessing’dir. Bizim yarattığımız dalgadan yazarların politik ve edebi denemelerinin derlendiği 1957’deki Declaration(Bildiri) kitabında o da bizimle beraber yazmıştı. Onlar arasından ilginç kalmayı sürdürebilen az sayıdaki kişiden biri de Doris oldu bana kalırsa. Zira ilgi alanı politik meselelerden insanın evrimine kaydı ve elbette benim için de her zaman en başta değerli olan buydu.
D.H. Lawrence’ın yaptığı gibi sosyal statümü ya da geldiğim çevreyi pek önemsemedim. Bana göre önemli olan tek şey fikirlerdi. Bir matematikçinin sınıfsal durumu bizi nasıl ilgilendirmiyorsa yazarlar için de böyle olmalı.
BS: Amerika’da görece daha az karşılaştığımız sınıf sorununu İngiltere’de yaşadınız sanırım. Edebiyat camiasında işçi sınıfından gelen ve kendi başına yola çıkıp başarılı olan bir entelektüele karşı bir derece direnç söz konusu oldu mu?
CW: Kısmen doğru. Bir çeşit husumet gerçekten var. Ama ben şahsen sınıf sorunu üstünde çok durmadım. Mesela D.H. Lawrence’ın yaptığı gibi sosyal statümü ya da geldiğim çevreyi pek önemsemedim. Bana göre önemli olan tek şey fikirlerdi. Bir matematikçinin sınıfsal durumu bizi nasıl ilgilendirmiyorsa yazarlar için de böyle olmalı.
BS: Üniversiteye gitmeyen insanlar genelde bir noktada pişman olur. Fakat siz neticede bir şekilde parlamayı başardınız. Akademik hayat zaman kaybı da olabilirdi. Üniversite eğitimi almamış olmak sizin için sorun oldu mu?
CW: Hayır. Aslında üniversiteye gitmediğim için kendimi şanslı hissediyorum, çünkü kendi kendimi yetiştirmek konusunda iyiydim. Ancak bu şekilde gerçekten bir şeyler öğrenebilirsiniz. Edebiyat, felsefe, şiir, bilim derken o kadar çok şeyle birden ilgileniyordum ki hepsini birden çalışabileceğim bir üniversite bulmam zaten zor olurdu. Irish Murdoch üniversiteye gitmem gerektiğini düşünüyordu ve beni Oxford’a sokmayı teklif etmişti. “Neden?” diye sormuştum. Alakasız geliyordu çünkü. Mesela ergenliğimin sonlarına doğru sanat beni cezbediyordu. Sonuçta yirmi yaşına geldiğimde kendi başıma okuyarak sanki Courtauld Sanat Enstitüsü’ne gitmiş kadar olmuştum. Bilgiyi yutup sindirmek üzere delice bir arzum oldu hep. Bütün hayatıma yön veren güdü bu oldu.
BS: Yazar olduktan sonra üniversitelere çokça ders vermeye gittiğinizi öğrendim, bana bu manidar gelmişti. Hyde Park’taki serbest kürsüde mi başladınız ilk kez topluluğa hitap etmeye?
CW: Shaw da konuşmayı Hyde Park’taki serbest kürsüde öğrenmişti. Ama daha ortaokuldayken sınıfta konuşmaya falan alışıktım. O yüzden Hyde Park faslı pek de işin cilası gibi olmadı açıkçası.
BS: Angry Young Men (Öfkeli Genç Adamlar) hareketinin biraz basının icadı olması ve sizin aslında çok da öfkeli bir genç adam olmamanız da ilginçti.
CW: Aramızda mesela John Osborne gibilerinin hoşuna gitmişti bu. Onun için bir kimlik olmuştu. Gidip arabasına AYM1 plakasını almıştı. Bense herhangi bir şeye öfkeli değildim. Neden öfkeleneyim? Temelde bir düşünürüm. Olumsuz duygularla atlayıp zıplayıp bağıramam. Olumsuz duygular beni iğrendirir.
BS: O yüzden böylesi büyük bir başarı yakalayıp bundan mustarip olmanın iyi bir şey olduğunu söyleyebilir miyiz?
CW: Aslında tekrar kendi yabancılığıma dönmeme sebep oldu. Hayatımın erken dönemlerinde gerçekten bağımsız olmayı öğrenmek zorunda kalmıştım. Zorluklar karşısında mutsuz olup perişan olamazdım. Arabamı bataklığın içinden çekip çıkarmak zorundaydım. Sonra Yabancı yayımlandı ve ilkin yanıldığımı düşündüm. Sert tepkiler aldım, Nietzsche’nin Tragedyanın Doğuşu gibi alımlanacağını zannediyordum. Aksine insanlar benim dâhi olduğumu söylemeye başlamıştı. İkinci kitabım Religion and the Rebel (Din ve Başkaldırı) yayımlandığında bir senedir şöhret furyasında yaşıyordum. Şimdi eşim olan, o zaman beraber yaşadığım Joy’un ailesi kitaplar için not aldığım birtakım uç fikirleri okuyup gerçek zannetmiş ve bir gün dairemi basmıştı. Babası elinde kırbaçla “Oyun bitti Wilson!” demişti. Manşetlere çıktık. Sonra Dublin’e kaçmak gibi bir hata yaptık. Daily Express peşimize takıldı ve olay Time Magazine’de de patladı. Bunun üzerine yayıncım Gollancz bana “Tanrı aşkına, Londra’dan uzaklaş, yoksa bir daha asla kitap yazamayacaksın” demişti. O yüzden buraya, Cornwall’a yerleştik. Sonra ikinci kitabım çıktığında lime lime edildi. Niye böyle olduğunu görebilirsiniz ama bir bakıma ben de rahatladım. Sahnede spot ışıklarının üstüme çevrilmesinden bunalmıştım. Meşhur olmak fena bir şeydi. İçkiyi fazla kaçırıp sersemleyince odanın dönmeye başlaması gibi bir his. Partiden partiye, röportajdan röportaja, stüdyodan stüdyoya koşuyorsunuz. O yüzden tamam deyip bir yazar gibi yaşamaya başlamak rahatlatmıştı beni. Herkesin bana saldırmaya geçtiği zamanlarda bile yapmam gereken şeyin öneminden asla şüphem olmadı. En başından beri bunu hissediyordum.
BS: Yabancı’yla beraber hayatınızdaki bu gelişme bir yandan da hiç beklenmedik bir şey değil miydi? Kitap yazmak istiyordunuz ama birden basında bu şöhret furyası patlak verdi.
CW: Benim yaptığım bir şey değildi. Meşhur olmanın sadece yazarak hayatımı kazanmama iyi bir etkisi oldu tabii. Ama insanlarda husumet de yarattı. Şöhretiyle sürekli gündemde olduğu için Shaw da benzer bir husumet görüyordu ama o zaman çoktan rahata ermiş olduğu için umursamıyordu hiç. Bense zengin falan değildim. Hâlâ geçinmem gerekiyordu. Mesele sadece şöhret de değildi. Her şekilde bu husumet olacaktı sanırım. Ben temel olarak düşüncelerimi yazan biriyim. İngilizlerin düşüncelerle ilgilendiğini pek zannetmiyorum. Kıtada durum daha farklı. Sartre, Foucault ya da Derrida gibi bir düşünce insanı olduğunuzda halk sizi tanır. Ama mesela İngiltere’de bu isimlerin felsefe dünyasındaki denkleri bilinmez bile.
BS: Yabancı’yı yazarken Hampstead Heath Parkı’nda kalıp uyku tulumunda yattığınız gibi hikâyeler de basın tarafından pompalandı ve bütün bilgiler birbirine karıştı.
CW: Doğru. Aslında parkta yatarken Yabancı’yı değil, Ritual in the Dark (Karanlıkta Ayin) romanımı yazıyordum. Fakat Yabancı’nın temelini de bu romanı yazarken atmıştım. Arkadaşım Bill Hopkins’e romanda üç farklı karakter olduğunu anlatıyordum: büyük bir entelektüel disipline sahip ama duyguları ve bedensel farkındalığı gelişmemiş biri, duygusal olarak gelişmiş ama aklını ve bedenini ihmal etmiş biri ve sadece bedensel zindeliği olan bir diğeri. Hepsini bir araya getirmek gerektiğinden bahsediyordum. Bunu düşünürken Yabancı’nın taslağını çıkardım aslında. Nietzsche, Van Gogh ve Nijinski sırayla böyle karakterlere sahipti. Karamazov kardeşlerin de böyle olduğunu görünce kitabın temel fikirlerinden biri de bu oldu.
BS: Yabancı’da ismen tanımak dışında pek bilmediğimiz Nijinski gibi sanatçıları da ele almıştınız.
CW: Yabancı’yı yazdığım zaman Hermann Hesse de bilinmiyordu. Onun hakkında İngilizce yazan ilk bendim. Tabii kitabın başarısının ardından her yerde Hesse alıntılanıyor, Amerika’da hakkında kitaplar, tezler yazılıyordu. Tabii Yabancı biraz fazla tutmuş olduğu için kimse bana referans vermek istemiyordu.
BS: 1970’lerde ben lisedeyken herkes Hesse okuyordu.
CW: Britanya Müzesi’nde Hesse’nin çevrilmiş her şeyini okumuştum. Eliot’ın Çorak Ülke’nin notlarında alıntıladığı, Hesse’nin kısa denemesi Glimpse into Chaos (Kaosa Göz Kırpmak) dahil. Yabancı’nın başarılı olmasının sebeplerinden biri de çoğu insanın pek bilmediği yazarlarla dolu olmasıydı. O yüzden entelektüel eleştirmenler bile ilgi çekici ve bilgilendirici bulmuştu kitabı.
BS: Böyle düşünen ve kendilerini bir kitap yazacak güçte görmedikleri için sizi takip eden de çok hayranınız var.
CW: Yabancı’yı yazdığımdan bu yana kültürün çok değişmiş olduğunu unutmayalım. O zamandan beri olan biten her şeyi anladığımı söylemem ama bir çeşit kült figüre de dönüştüm. Mesela bizim kuşakta, 1990’larda da modern edebiyatın Jön Türkleri olarak görülen, Modern Review’u çıkaran Londralı bir grup yazar vardı.
BS: Şöhretin statüsüne iyice alışıp sonra sadece meşhur olmak dışında bir şey yapmayan Truman Capote gibileri de var.
CW: Ama bu onu mahvetti. Uyuşturucu, alkol vs. Truman’a bir itirazım yok. Söyleyecek çok önemli bir şeyleri olmasa da takdir ediyorum onu. Çok duygusal ve hisliydi. Ama eğer bir yazarsanız insanlardan uzaklaşmak ve işinize odaklanmak inanılmaz derecede önemlidir. Gerçi bir sefer benim hakkımda çok da hoş şeyler söylememişti. Paris Review’a verdiği bir röportajda Kerouac için “Sadece bir daktilocu!” demişti. “Peki ya Colin Wilson?” diye sorduklarında da yine “Ah o mu? O da daktilocu!” diye devam etmişti.
BS: Paris Review’un kurucu editörü olan ve 2003’te ölene dek görevde kalan George Plimpton’la 1950’lerin başlarında ünlü olmadan önce tanışıklığınız olduğunu da otobiyografinizden öğrendik.
CW: Paris Review’un kurulduğu zamanlarda İngiltere’den kaçıp Fransa’da dolaşıyordum. Yabancı’dan önce yazar olmaya uğraşırken sokaklarda adres adres dolaşıp dergiye abonelik satarak geçinmeye çalışıyordum. Paris’teyken George’la aram çok iyiydi ve nihayet Yabancı çıktığında George’un çok sevineceğini düşünüp ona da haber vermiştim. Ama hiç geri dönmedi. Sanırım kitabın elde ettiği başarı onda bana karşı bir hisse dönüştü. Birkaç kişi daha böyle davrandı. Kingsley Amis de böyle yapmıştı. Kitap çıktıktan sonra bir teras partisine Amis ve Wain beraber gelmişti. Amis orada Wain’e şöyle demiş: “Bak, Wilson hayvanı da burada, gidip çatıdan atayım şunu!” Wain tabii onu durdurmuş. Yıllar sonra anlatmıştı bana bunu. Aslında bu insanların hepsi sönüp gitti ve çok üzücü bir durum tabii. 80 yaşındaki Doris ve Alan Sillitoe’dan başka kimse kalmadı.
BS: Romanlardan düşünce ve eleştiri kitaplarına çok geniş bir yelpazede yazdınız. Her yerde yüzeye çıkan birçok temel motif söz konusu. Fakat kapsamınız çok geniş. Bunu belirli bir amaçla mı yaptınız?
CW: Aslında hayır. Fakat her zaman birçok şeyle birden ilgilendim. Kamuoyu yaratmak açısından en büyük sorunum da çok fazla şeyle ilgilenmem oldu. Felsefe, psikoloji, edebiyat, kriminoloji, okült, müzik ve hatta şarap üstüne de kitaplar yazdım. Sanırım eleştirmenler sizi bir kefeye koyamazsa anlaşılmanız zorlaşıyor. 1960’larda BBC’den bir yapımcı benimle ilgili bir program yapmak üzere ziyaretime gelmişti ama beraber bir hafta sonu geçirdikten sonra, “Üzgünüm ama sizle ilgili bir şey yapmak imkânsız sanırım. Nereden başlasam hiç bilemiyorum!” demişti.
BS: Bu kadar farklı alanlarda hem kurgudışı hem de kurgu kitaplar yazmak sorun oldu mu?
CW: Hayır, bunun her zaman gerekli olduğuna inandım. Shaw her zaman sanatçı-filozoftan bahsetmiştir. Düşünce kitapları yazmadan önce roman yazmaya çalışıyordum zaten. Karanlıkta Ayin’i Yabancı’dan çok daha önce, on altı yaşında yazmaya başlamıştım.
BS: Bazı kurgu eserlerinizde sembolik durumlar kullanıyorsunuz. Fabl gibi. Hem düz anlamda bilimkurgu olarak okunabilir hem de alegori olarak.
CW: Bana başlangıçtan beri tüm eserlerimin temelinde ne olduğunu sorarsanız şunu diyebilirim: İnsanlarda yanlış giden bir şeyler var ve buna parmak basmaya çalışıyorum. Yabancı’da ele aldığım şekliyle ilk günah kavramı gibi bir şey. Ancak zemberekle çalışan eski, ayaklı duvar saatleri gibiyiz. Suç dünyası bu yüzden Dostoyevski gibi benim de çok fazla ilgimi çekti. İnsanlarda yanlış gidenin ne olduğunu görmek için en büyük kıssalar buradan çıkıyor. Bir şekilde bunu ifade edecek imgeler bulmaya çalıştım ben de.
BS: İyimser felsefenizi ne zaman oluşturmaya başladınız?
CW: Ergenliğimde intihar etmeye çok yaklaşmıştım. Benim gibi altındaki arabayı çamurdan çekip çıkarmak zorunda olan herkes için iyimser olabilmek ölüm kalım meselesidir. Aslında on yaşından itibaren bilimin büyüsüne kapıldığım için iyimser olmaya başlamıştım. Bilimin insan varoluşunu değiştireceğini düşünüyordum. H.G. Wells’in bilimkurgu romanlarını okumuştum ve üzerimdeki ilk büyük etki o olmuştu. Sonra tabii bildik ergenlik buhranlarına düşünce nihilist olmaya ve her şeyin illüzyon olduğunu düşünmeye başladım. Sonra zamanla bundan kurtuldum. Nietzsche’nin dediği gibi: “Felsefemi iyileşme irademden yarattım.”
BS: Wells ve Shaw gibi iyimserler de zamanında büyük entelektüeller olarak kabul görüyordu. Sonra bu pesimizme sürüklenmemiz nasıl oldu?
CW: Olan biten biraz daha karışık doğrusu. 1740’a kadar aslında edebiyat henüz tam olarak uçuşa geçmemişti. Roman henüz yeni başlıyordu. Aphra Behn gibi romancılar vardı tabii ama roman dedikleri şeyler daha ziyade Oroonoko gibi Pasifik adalarında geçen tuhaf fantezilerdi. Defoe’nun romanları da daha ziyade haber aktarma üslubundaydı. Derken Londralı bir matbaacı olan Samuel Richardson nasıl mektup yazmak gerektiğiyle ilgili bir kitap yayımladı. Kitap tutunca aslında bu tekniği kullanarak düzgün bir roman yazılabileceğini düşündü ve Pamela’yı yazdı. Büyük bir malikaneye çalışmaya giden hizmetçi bir kızı anlatıyordu. Kız tabii daha sonra evdeki efendisinin asıl niyetine uyanır ve romanın geri kalanı kızı yatağa atma hikâyesine dönüşür. Roman birdenbire popüler oldu, ilk çoksatar Pamela’dır. İşin aslında kitap ahlakçı bir tür pornografiydi ve okurların nefesini kesmişti. Adam sonunda kızla yatmayı başaramaz tabii ve erdeminden çok etkilendiği için evlenmeye karar verir. Sonu tam bir romanstı. Bütün Avrupa’da tuttu. Richardson da aynı formülü sonraki romanı Clarissa’da tekrarladı. Ama bu sefer kız tecavüze uğruyordu.
Tekerleğin icadından bu yana en büyük buluş romandır. Sihirli bir uçan halı gibiydi. İnsanlar koltuklarına oturup başkalarının hayatına uçabiliyordu. Artık kendi bedeninize hapsolmak zorunda değildiniz. Başka birinin kılığında saatler geçirebilirdiniz. Kısa sürede roman yazmak bir endüstriye dönüştü: Fielding, Smollett, Sterne… Avrupa’nın her yerinde insanlar bu uçan halıya biniyor ve kendi sıkıcı hayatlarını geride bırakıyordu. Önceki yüzyıllarda bu deneyimin dengi tiyatroydu ama o daha çok çaba gerektiriyordu. Romanla beraber artık köyde sıkıcı bir hayat yaşayan ev hanımları pencere kenarına kapanıp bütün gün Pamela olabiliyordu. Bütün bunlar harikaydı tabii ama sorun şuydu: Kitabın kapağını kapatıp iğrenç bir çarpışmayla dünyaya döndüğünüzde gerçeğin kurgu kadar güzel olmadığını görüyordunuz. Mesela küçük kızımı Oz Büyücüsü’ne götürmüştüm. Çıkışta “Keşke gökkuşağının üstünde bir ülke olsaydı” demişti ve feci üzgün görünüyordu.
Romanın icadından sonra giderek büyük bir sorun haline gelmeye başladı bu. Bütün romantik yazarlar gerçek dünyadan bezmişti. Çoğu ya alkol ve uyuşturucu bağımlısı oluyor ya da intihar ediyordu. Hayal gücüyle yarattığımız dünyayı çok daha çekici buluyorlar ve dünyaya karşı hassaslaşıyorlardı. “Dünyada milyonlarca dudağın aradığı bir yerlerde var olmalı” diyordu Yeats. Fakat işin korkunç gerçeği şuydu ki aslında yoktu böyle bir şey. Hayalden ibaretti. Gerçek hayat ile hayal gücümüz arasındaki uçurum giderek açıldı.
Goethe’nin Genç Werther’iyle beraber 1770’lerde başlayan romantizm birkaç nesil boyunca şair ve romancılara hayal dünyasında yaşamayı öğretti: İngiltere’de Coleridge, Byron, Shelley; Almanya’da Hoffman, Jean Paul, Ludwig Tieck. Önlerinde bir seçim uzanıyordu: Ya gündelik hayatın sıkıcılığı ya da derin anlamlarla dolu bir dünyanın canlılığı… Fakat bunlardan birincisini reddetmek aslında ölümü seçmek anlamına geliyordu. O yüzden 19. yüzyılın Yabancıları sinekler gibi ölüyordu – veremden, korkunç kazalardan. Kant okuyup gerçekliğin altında ne yattığını asla öğrenemeyeceğimizi hisseden Heinrich von Kleist sevgilisiyle beraber kendini vuruyordu mesela. Bütün yazarların doğal olarak Goethe’nin “Ebedi Kadın” imgesine vücut veren birini bulmaya çalışmasının sebebi de budur. (Şahsen eşim Joy’a rastlamış olmak bu açıdan benim için en büyük şanstı tabii.)
Zevkli olsa da hayatın bir illüzyon olmasındaki problem nedir peki? Özgür iradenin olmadığı ve bizim de makine olduğumuz anlamına gelir bu. Zihinsel yaşantımızın aslında sadece fiziksel duyumların yansıması olduğu fikri, hayvanların makine olduğunu düşünen Descartes’tan insanların da makine olduğunu söyleyen Fransız La Mettrie’ye kadar devam eder. Bu düşünce hassas tüm ruhları depresyona sokmaya yeter. Bununla bunalıma giren, özgür iradesi ve hayata karşı hiçbir gücü olmadığını düşünen zeki bir insan da, uçurumun kenarından aşağı itilen Kleist’ın durumunda bulur kendini.
İlk kitabım Yabancı’yı yazarken aklımda bu vardı. 1890’larda Yeats’in “trajik kuşak” dedikleri de: Dowson, Johnson, Beardsley, Thompson. Yeats’in kendisi de muhtemelen gündelik hayatı reddedip peri masallarına ve İrlanda efsanelerine dönmenin cezası olarak erken ölmeyi bekliyordu. Sonuç olarak entelektüel hayat kapkara bir kefenle örtülüydü. Fakat bir yandan da Kierkegaard ve Nietzsche gibi daha az duygusal entelektüeller de çıkıyordu. Aslında bu varoluşçular romantizmin ikinci safhası gibi görülebilir. Nihayetinde tabii “Yaşamak da ölmek de anlamsızdır, insan yararsız bir tutkudur” noktasında Sartre’a vardık.
Gençliğimde bu mutlak nihilizme ben de tutulmuştum ama bundan farklı bir yöne gitme ihtiyacı duyuyordum. Pesimizmi arkada bırakmak gerekiyordu. Romantiklerin bir sorunu da yüzeysel bir şekilde kendilerine acımalarıydı: “Hayat bana bunu nasıl yapar?” gibi bir tavır. Varoluşçuluk ise meseleyi daha somut bir halde ortaya koyuyor ve en azından saldırmayı kolaylaştırıyordu. Yazı yazmaya başladığım ilkgençlik çağımın entelektüel modası varoluşçuluktu. Hemingway’in “İnsan yok edilebilir ama mağlup olmamalı” cümlesi bana varoluşçuluğun temel düsturu gibi geliyordu. Fakat ben ne yok olmak ne de mağlup olmak istiyordum.
İşte o noktada romantizmin üçüncü safhası olarak yeni bir varoluşçuluk yaratmam gerektiğini düşündüm. Romantikler yenilmişti, varoluşçular stoacı bir ümitsizliğe varmıştı. Temelden iyimser olacak bir felsefe yaratmak gerektiğini hissediyordum. Tabii bunun zaten varoluşçuluğun kurucusu olan Edmund Husserl tarafından yapılmış olduğunu sonradan fark ettim. Yani algının aslında ok atan biri gibi yönelimsel olduğu düşüncesini. Demek ki gündelik hayattaki benliğimizin gerisinde görünmez bir okçu vardı: Kant’ın “transandantal benlik”i. Sartre bunu reddediyordu. Bizler sadece dünyaya tepki veren canlılardık. Tabii felsefe böylece eski çöplüğüne geri dönüyordu. Romantikleri mahveden probleme. Son kertede bütün filozoflar pesimist olmuştur. Sokrates ölümüyle filozofun kaderini gerçekleştirdiğini, zira filozofun amacının beden ile ruhu ayırmak olduğunu düşünür vs.
Sorun şu ki dünyayı algılamayı başarmak için yayınızı germeniz gerekir. Yorgun olup tembellik ettiğinizde her şey yavan ve sıkıcı gelir. Romantiklerin ümitsizliği de bundandı. Mekanikliğe düştüğünüz anda dünyayı William Blake gibi bir mistiğin ya da Van Gogh’un gözleriyle göremezsiniz. Aldous Huxley de meskalin aldığında bundan bahseder. Bilinçdışı olarak dünyaya atfettiğimiz kasvetten uzak, şeyleri olduğu gibi görmek. Koyu camlı bir gözlüğü çıkarıp aslında güneşli bir günde olduğunuzu fark etmek gibi. Aslında dışımızdaki gerçeklik sonsuz heyecan vericidir. Hayallerimizin de ötesinde canlı bir şekilde titreşiyordur.
Pesimist varoluşçuluğun mantığında böyle temel bir sorun görüyordum. Her şeyi karartan aslında kendi zihinleriydi. İyimserlik yüzeysel bir mizaç olarak görülür genelde. “İşte, sen güler yüzlü birisin” falan. Halbuki yazdıklarına her türlü mantık hatasının girmesine izin veren pesimistlerdi. O yüzden tamamen iyimser bir felsefe yaratmaya çalıştım. Bunu yapan tek kişi Nietzsche’dir. Tarihteki en büyük filozof da muhtemelen odur.
Kierkegaard da samimi bir dindar olduğu için Danimarka toplumundan nefret ediyordu. Dinin genellikle pesimizmin ve kasvetin sonucu olduğunu hatırlatmak isterim. Hegel’e tahammül edemiyordu Kierkegaard ama aslında Hegel de bir çeşit iyimserliğe vardığı için en büyük filozoflardan biridir. Fakat Kierkegaard, sonunda iyimser de olsa Hegel’in devasa bir felsefi sistem yaratıp bireyi boşa çıkardığını düşünerek lanet ediyordu. Elli kere demlenmiş aynı çayı ısıtıp ısıtıp içmek gibi geliyordu bu ona. Nasıl yaşanacağı açısından Hegel’in haritasında Kopenhag iğne ucu gibi kalıyordu. Kierkegaard’un istediği ise üstünde “Buradasınız” yazan haritalar gibi bir şeydi.
Peki ama Kierkegaard nereye gitmek istiyordu? Yönetmeni görmek istiyordu. Niçin buraya fırlatıldığını bilmek istiyordu. Hegel’in insanın tanrılaşmaya doğru gittiğini söylemesi işe yaramıyordu. Şimdi, tam bu anda ne yapması gerektiğini bilmek istiyordu. Fakat Hegel de haklıydı: Felsefe kuşbakışı görmektir. Fakat Hegel’in konumundan da çıkmazsanız Godot’yu Beklerken’deki gibi kalırsınız: “Yapacak hiçbir şey yok.” Yönetmeni görmek isteyen ama onun olmadığından emin olan ve hayatın berbat bir şaka olduğunu düşünen Beckett de bu durumun korkunç bir örneğidir. İki yüzyıl süren romantik pesimizmin zirvesidir. Gidebileceğiniz son nokta. Benim açımdan tuhaf olansa bize öylece ölmeyi beklememizi söylediği için bu adama Nobel vermiş olmaları.
Benim için asıl büyük mesele her zaman nasıl uyanabileceğimiz oldu. Maslow’un “zirve deneyimi” dediği bu harikulade anları yaşıyoruz ve bütün dünya kendiliğinden güzel geliyor. Wordsworth’ün “bir rüyanın görkemi ve tazeliği”, Proust’un “saadet anları” dediği, bir yandan mantıksız gelseler de mutlak, katıksız mutluluk dolu anlar. Proust şöyle der: “Bayağı, rastlantısal ve ölümlü hissetmez olmuştum.” Chesterton da bu duruma “absürd iyi haber” diyordu. Eğer bu haller doğruysa o zaman bizim aşırıya kaçan, kabullenilmiş kasvetimiz doğru değildir. Bir artı birin iki etmesi anlamında doğru değildir. Eğer böyleyse bu duyguyu yoğunlaştıracak şekilde nasıl yaşayabiliriz? Talihsiz romantiklere baktığımızda, her şeyin harikulade göründüğü anlar yaşadıklarını ama ertesi sabah uyanıp da etrafa baktıklarında ne halttan bahsetmiş olduklarını anlayamadıklarını görürüz. Mesele budur. Bu içgörüye, zirve deneyimlerine nasıl tutunacağız?
Abraham Maslow bana 1960’larda zirve deneyimlerinden bahsettiğinde, onun Sartre, Hemingway ve Beckett gibilerinin bir adım ötesine gittiğini görmüştüm. Maslow psikolog olarak hasta insanlarla çalışmaktan bunalmıştı, zira hastalıktan başka bir şeyden bahsetmiyorlardı. O yüzden sağlıklı insanları çalışıp onların nasıl olduğunu görmek istedi. Daha önce kimsenin fark etmediği bir şeyi gördü: Sağlıklı insanlar Maslow’un bulduğu ifadeyle sıklıkla bu “zirve deneyimi”ni yaşıyordu. Zirve deneyimleri illa büyük mistik tecrübeler değildir. Mesela Pasifik’te hiç kadın görmeden on yıl geçiren bir denizci medeniyete geri dönüp de bir hemşireyle karşılaştığında birdenbire sadece kadınların erkeklerden farklı olduğunu yeniden idrak etmekle böyle bir deneyim yaşadığını aktarmış. Zirve deneyiminde mekanikliğimizden ötürü atladığımız apaçık doğruları görürüz.
Maslow’a insanın kendi iradesiyle zirve deneyimi yaşamasının mümkün olup olmadığını sorduğumda böyle bir şeye tanık olmadığını, bu deneyimlerin kendi halinde yaşanıp gittiğini söylemişti. Ama bana kalırsa bir çelişkiydi bu. Freud’un kötümser hayat ve medeniyet anlayışının ötesine geçip insanların gerçeklik üstünde bir gücü olduğunu söylüyordu çünkü.
Psikolog Mihaly Csikszentmihalyi de 1990’da Akış: Mutluluk Bilimi diye bir kitap yazmıştı ve Amerika’da çoksatar olmuştu. Yazarların, müzisyenlerin, atletlerin deneyimlediği bu özgürleşme hissinden bahsediyordu. Maslow’un zirve deneyimidir bu. Zirve deneyimlerini genelde ciddi yazar ve düşünürlerle özdeşleştiririz. Goethe’nin Faust’u intihar edecekken Paskalya zamanı çalan çanları duymasıyla beraber çocukluğunu hatırlamanın akışına kapılır ve intihar düşüncesinden vazgeçer.
Hesse ise Doğu’ya Yolculuk’ta bizi canlandırıp gücümüzü artıran şeyin aslında küçük ayrıntılara dikkat etmek olduğunu söyler. Sıkılıp yorulduğumuzdaysa mekanik bir hale geçeriz. İnsanlar olarak sorunumuz aslında sızıntı. Bileklerini kesmiş birisinin kan kaybetmesi gibi enerjimizi sızdırıyoruz. Fakat bir şeyle ilgilenmeye başladığınız anda bu sızıntı kendiliğinden kapanır. Gençlerin ergenlikte yaşadığı da bu olduğu için olan biten karşısında perişan halde kalpleri kırılıyor. Farkında olmadan dünyayı sürekli gölgeleyip önyargılarımızın algılarımıza ve dünyaya sızmasına izin veriyoruz.
Fenomenoloji de tamamen bununla ilgilidir. Husserl de önyargılarımızın algılarımıza sızdığını söylemiştir. Yapmamız gereken dünyayı neredeyse bir simgeler silsilesi olarak görecek şekilde mesafeli durmak ve duygularımızla tepki vermemektir. Fenomenoloji bir çeşit mesafe koyarak gözlemci olmaktır. Acı ve perişanlığı kabullenmekten değil, acıtana kadar gerçek bir çaba göstermekten bahsediyorum.
BS: Tarihin tekerrürden ibaret olduğunu ve insan doğasının pek değişmediğini görüyoruz.
CW: Doğru, pek değişmiyor. İnsanlık olarak arkamızda çokça yenilgi bıraktığımız için mağlubiyete meylediyoruz. Aslında teknolojik dünyamız bizi köklerimizden ayırdığı için bugün bunu daha fazla görüyoruz. Ama sanırım köklerimize geri dönmeye de başlıyoruz. Önümüzdeki yüzyılda insanın değişeceğini düşünüyorum. Bahsettiğim gibi, gerçeklikle her daim temas halinde olma becerisini geliştirebilirsek farklı bir insan türü olacak. Zirve deneyimlerini yaratmanın çok kolay olduğu bir dünya yaratmak mümkün. Örneğin Hindu ermiş Ramakrişna istediği zaman Samadhi’ye girebildiğini söylüyordu. Mutlaka bir şeylerin olması gerektiği bir noktaya geldik sanırım. Buckminster Fuller “Ben bir fiilim” diyordu. Otomatiklik dışına çıktığımız bu berraklık anlarında hissettiğimiz de budur. Fiil haline gelirsiniz. Fiil olmaya başladığımız zaman her şey değişecektir.
BS: Bunda siz ne kadar başarılı olduğunuzu düşünüyorsunuz?
CW: Söylediklerim henüz pek anlaşılmamış olsa da yapabildiğimi düşünüyorum. Çok zaman var. Ben de uzun bir süre ölü olacağım zaten.
İngilizceden çeviren: Cihan Barış Özkan
İlgili Yazılar
Yaşadığımız zor günleri yeniden sorgulamak
Kadir Işık, BirGün Kitap, 18 Haziran 2021 Çağatay Yılmaz kısa öykü sınırlarını zorlayan öykülere kocaman hayatlar sığdırmış, olayları adeta adım adım ilerliyor, ince ayrıntılar her satırda kendini gösteriyor, okuru sıkmıyor, dikkatini canlı tutuyor. Çağatay Yılmaz’ın ilk kitabı ‘Bizi Buraya Getiren Şeyler’ Notos Kitap tarafından geçen yılın son aylarında yayımlandı. Kitap on iki öyküden oluşuyor. Yazar …
Küçük hayatlar
Semih Gümüş, Radikal Kitap, 12 Mayıs 2013 Bir aşk hikâyesi: yavan bir söz aslında. Bonzai’de de, Eve Dönmenin Yolları’nda da iki benzersiz aşk hikâyesi yazmış Alejandro Zambra. Alejandro Zambra’nın yazdıklarını okudukça, edebiyatın ne olduğuna ilişkin bilgimizin hep sınırlı kaldığını görüyorum. Latin Amerika edebiyatında genç kuşakların büyülü gerçekçiliğin sınırlarının dışına çıktığını görüyoruz. Orada da kendilerini geleneksel …
Novalis’in ‘çırakları’
Gültekin Emre, Agos Kirk, Ağustos 2015 Sonunda bu da gerçekleşti. Paul Klee’nin 51 deseniyle Novalis’in ölümünden sonra yayımlanan ünlü yapıtı ‘Die Lehrlinge zu Sais’, yani ‘Sais Çırakları’ (1798-1799) Mehmet Barış Albayrak tarafından Türkçeye kazandırıldı. Peki, kimdir Novalis? 1772-1801 yılları arasında yaşamış, tanrısal varlığın derin bir sevgiyle kavranabileceğini savlayan bir şair-düşünür. Novalis, felsefeye ilişkin düşüncelerini şiir, …
Çok konuşulacak bir yazar
Semih Gümüş, Radikal Kitap, 26 Ağustos 2016 Şilili Alejandro Zambra yeni kuşakların en parlak yazarlarından birisi olarak görülüyor. Yakın gelecekte dünya edebiyatının en çok konuşulan yazarlarından birisi olacağını sanıyorum. ‘Belgelerim’ sıra dışı bir öykü kitabı. Alejandro Zambra, Şilili bu genç yazar çoktandır gözümde bir büyücünün yerini aldı. Onun yazdıklarını okumak, edebiyatın bizde öteden beri bilinegelen …