Thomas Bernhard, “Cahil halkların birincil ve başlıca özelliğidir bu, kendi çöplüklerini dünyanın en iyi yeri kabul ederler,” der.
I
Katharsis. Aristo tarafından ortaya atılan ve her çağda hüküm süren kavram. Sanatın belkemiği, belki de varoluş sebebi sayılabilir. İnsan nefes aldığı andan itibaren aynı zamanda kirlenmeye başlar. Doğasında kötülüğü taşır ve bu kötülük kirlenmeyle beraber ortaya çıkar. Öldürme isteği, tecavüz, işkence daha nicesi. İşte sanat insanı bu kötü duygularından arındırır ve bir katharsis sağlar. Tiyatroya gelenler sahnede yaşananlardan etkilenip gözyaşı döker, okurlar bir romanın dehlizlerinde kaybolur ve karanlık bir ormanda kendilerini yıkarlar. Peki bu katharsis sadece karşıdakine mi tesir eder? Hayır. Sanatçının kendi arınma ihtiyacıdır her şeyden önce. Bir metnin ilk kelimesinden itibaren, yazarın da gerçek dünyadan soyutlanıp arınması gerçekleşir. İşte bu katharsis: Tiksinti.
II
Tiksinti kelimesi sadece bir iğrenme eylemini değil aynı zamanda büyük bir nefreti barındırıyor. Mizantropi kavramıyla da ifade edebiliriz bu durumu. İnsan doğasına ve eylemlerine karşı nefret besleme. Asosyallikten bir tık üstte bir hastalık tanımı. Kendi varoluşuna, var olduğu yere, etrafındaki insanlara bir kin. Salt yalnızlığa dönme edimi diyemeyiz buna, yalnızlık aynı zamanda umursamazlık gerektirir. Mizantropiye kapılan insansa aslında içinde bulunduğu yeri ve toplumu fazlasıyla düşünür ve umursar. Zaten nefret ve tiksinti de bu fazla düşünme sonucu gerçekleşir. Tıpkı alkolü fazla kaçırıp ardından midede başlayan sürecin istifraya dönmesi gibi. Zaten sözünü edeceğimiz Horacio Castellanos Moya’nın Tiksinti kitabının başkarakteri Edgardo Vega da tiksintilerinin ardından metnin sonuna doğru istifra eder. Ancak bu bir rahatlama sağlamaz; onu rahatlatan tek şey sahip olduğu Kanada Pasaportu’dur.
III
Edgardo Vega… Yazar tarafından gerçekte var olan bir kişi olduğu netleştirilir ama metinden yola çıkarsak siyasi sebeplerden dolayı ülkesini terk etmek zorunda kalmış, kaçarak Montreal’e yerleşmiştir. El Salvador’a asla dönmek istemese de annesinin cenazesi ve vasiyeti için on sekiz senenin ardından ülkesine döner. Döndüğü andan itibaren tekrar gitmek isteyecektir zira ülkesindeki her şeyden tiksinir ve bu on sekiz senede hâlâ hiçbir şeyin değişmediğine, aksine tüm değerlerin iyice kaybolduğuna tanık olur. El Salvador’daki her şeyden tiksinir. Lise yıllarında kurduğu arkadaşlıklar, Manist Keşişlerden aldığı eğitim, askerlere verilen değer, birer leşe dönüşmüş politikacılar, halkını uyutan televizyon kanalları, kendine commandante diyen ama hiçbir vasfı olmayan sefil solcular, sadece yönlendirilmeye yarayan ve kullanılan taşkın kalabalıklar, futbol müsabakaları, üniversiteler, birer gürültüden ibaret şarkılar, toplumun benimsediği değerler ve yerel yemekler. Edgardo Vega, toplumuna tamamen yabancılaşmış, değerlerinden uzaklaşmıştır. Kendini Kanada Pasaportu ile birlikte çürümüş bataklık dediği ülkesinden ayrı bir yerde konumlandırır ve aslında onu yetiştiren değerlere tiksintiyle bakar.
IV
İnsanların kutsalları vardır. Bu kutsallar toplum değerleri, din ve aile olarak görülebilir. Bunları dogmatik kabul eden ve etrafında oluşturulan ritüellere tutunanlar toplum açısından sağlıklı görülürken diğerlerine asosyal, mizantropi vb. tanımlamalar yapar. Halbuki sadece diğerlerinden farklı bakmaya başlamıştır. Edgardo Vega’nın dönüşümü de sanat noktasında başlar. İyi bir sanat profesörü olmasına rağmen ülkesinde sanata bakış açısı bellidir: Sanat pespayedir ve toplum için ayaklar altına alınmıştır. Hatta üniversiteler bile bu konuda o kadar yozlaşmıştır ki fakültelerin ilgili bölümleri kapanmaya başlamıştır. Tıpkı tarih bölümleri gibi. El Salvador’da artık tarih de önemsizdir. Çünkü bir toplum çürümüşse, onu tarihi bile kurtaramaz. Yok oluşu kaçınılmazdır.
V
Peki bu çürümüş toplumda değerli olan hiçbir şey yok mudur? Vega bu noktada paranın devreye girdiğini söyler. Para kazandıran iş saygındır, insanlar mal varlıklarıyla itibar sahibi olurlar. Para kazanan her daim hükümranlığını sürdürür. Bilginin değerinin hiç olmadığı ancak maddi kazançlarıyla öne çıkan insanların görüşlerinin her yere ve her şeye sirayet ettiği bir bataklıktır burası. Bir bataklık nasıl ki istisnasız tüm insanları içine çekip kendi leşliğine, çürümüşlüğüne, kokuşmuşluğuna, sivrisineklerine alıştırıyorsa buranın insanlarını da cehaletin karanlığına ve kuru gürültülere alıştırmıştır. Bu bataklıktan kendini kurtaran Vega, Moya gibi başarılı bir yazarın hâlâ o ülkede nasıl kaldığına anlam veremez ve daima bunu sorgular.
VI
Hikâyenin başından sonuna dek Vega’nın Moya’ya bir barda tüm bunları anlatmasına tanık oluruz. Aslında Vega on sekiz senedir toplumundan uzak kalmış biri olarak, aidiyetini tamamen kaybeden biri olarak, şu an yaşadığı ülkeyi kendi ülkesinden değerli gören biri olarak, uzakta kaldığı her sene kinini diri tutmuş biri olarak içindeki her şeyi kusmaktadır. Bu yüzden Tiksinti için bir istifra anlatısı diyebilirim. İstifradan sonra midenin rahatlaması söz konusudur ama Vega anlattıkça kine kapılmaktadır. Rahatladığı tek yer Moya’yla oturduğu kafenin akşamüstleridir. Çünkü boştur, sadece ona hizmet edilir. Kalabalıklaşan mekânlarda gürültü artarken hizmet kalitesi düşer. İnsan da bu şekilde yorumlanabilir; çevresindeki kalabalık arttıkça bilinç ve farkındalık düzeyi azalır. Bu yüzden Vega nefretiyle yalnızlaşır ve yalnızlaştıkça nefreti artar. Samimiyetsiz dostluklar, aile bağları yerine samimi bir öfke ile var olur.
VII
Vega’nın varoluş sancısı doğmasından sonra başlamıştır. Çürümüş bir toplumla büyümüş, görüşleri yüzünden ötekileştirilmiş, bir siyasi suçlu olarak kaçmak durumunda kalmıştır. Bir insanın en değerli gördüğü kişi genellikle annesidir. En rahat olduğu yer de anne karnı. Vega aile bağlarından –hatta kardeşinden, kardeşinin eşinden ve yeğenlerinden tiksinmesine rağmen– annesiyle bağını ülkesinden ayrı kaldığı zamanlarda da sürdürür ve dönmem dediği ülkesine annesinin cenazesi için döner. Annenin nefes alamadığı El Salvador ve annenin olmadığı ev bir karakolla eşdeğerdir. İşkencelerin yapıldığı adi bir karakol. Bu yüzden Vega, miras olarak kalan evi satarak bir an önce gitme arzusuyla durur El Salvador’da. Gitme arzusuyla, müthiş bir kin ve tiksintiyle bakar Moya’yla oturduğu bardan, ülkesine, toplumuna, kardeşine.
VIII
Çürümüş bir bataklık olarak gördüğü ülkesinde nefes alabiliyor olmanın tek bir nedeni vardır. O da Kanada Pasaportu. Ahlaki değerlerin çökmesini, çürümüşlüğü sadece bilim, siyaset, kültür ve sanat, aile ilişkileri üzerinden göstermez Vega; kumarhaneler ve genelevler de bu çürümüşlüğün en çok görüldüğü yerlerdir. Kardeşi ve zenci bir arkadaşı tarafından götürüldüğü bu ortamlar, ülkesine dair tiksintinin ulaştığı üst mertebelerden biri olur ve sonunda istifra etmeye başlar. Bu esnada kaybettim sandığı pasaportu ortalığı ayağa kaldırmasına neden olur ve bulmasıyla güvenli bir limana geri döndüğünü hisseder.
IX
Zira bu pasaportla kendine yeni bir kimlik yaratmıştır. Thomas Bernhard, “Cahil halkların birincil ve başlıca özelliğidir bu, kendi çöplüklerini dünyanın en iyi yeri kabul ederler,” der. İşte toplumuna karşı durup burası çöp dediği ülkesinden ayrılan sanat profesörü Edgardo Vega, yaşananların, değerlerin yitmesi ve cehaletin her yeri kaplamasıyla bir bataklığa dönüşen ülkesinin ümitsizliğinden ve karanlığından kendi kimliğini de yenileyerek kurtulmuş ve bağıra bağıra nefretini kusmuştur. Kitap monologlarla ilerler, her monologla ülke yerin dibine sokulur. Ülke yerin dibine sokuldukça, öfke konçertosu yükselir ve bir anlatı şöleni sunar.
X
Evet, öfke ve anlatı şöleni deyince herkesin aklına Avusturyalı yazar Thomas Bernhard gelir. Onun kimliğine bürünmek isteyen Horacio Castellanos Moya, Edgardo Vega karakteriyle bir selam yollar ve onun öfkeli üslubunu yakalar. Thomas Bernhard’ın iç bunaltıcı, yavaş akan ve tamamen bir öfke bombardımanından oluşan atmosferi, üslup olarak benzese de Moya’da neşeli bir atmosfer olarak karşılık bulur. Karanlıktır ama aynı zamanda mizahi bir tarafı da vardır. Ve bu ironi Bernhard diliyle birleştiğinde müthiş bir öfke konçertosuna dönüşmüştür.
+1 Yazar veya Kahraman ama Aynı Öfke
Stendhal, Parma Manastırı’nda, “Bir edebi eserin içindeki politika bir konserin ortasında patlayan tabanca gibi, kaba ve görmezden gelemeyeceğimiz bir şeydir” ve “O kadar çirkin şeylerden bahsedeceğiz ki, birçok sebepten ötürü susmayı yeğlerdik” der. Juan Gabriel Marquez, Çarpıtma Sanatı’nda roman ve politika ilişkisinde bu sözleri temel alıyor. Moya da bu yazdığı enfes novellayla, ülkesinin durumunu, politikayı, nefreti dünyaya duyurdu. Romanı tüm coğrafyalarda aranan bir kitap haline geldi ama kendisi de öldürülmek için aranan bir hedef oldu. Sanatçının kaderi tüm coğrafyalarda benzer. Anlatılan hikâyeler gibi.
Warning: Trying to access array offset on value of type bool in /home/notoskitap/public_html/wp-content/plugins/nm-custom-code/includes/post-social-share.php on line 16
Esra Yalazan, T24, 9 Ağustos 2015 Geçmişe, geleceğe, şimdiki zamanın parçalarınmış ruhuna sıçrayan çok parçalı yapısına rağmen tek bir gecede geçen düşüncelerin romanı ‘Ağaçların Özel Hayatı’, kendini sorgulayan bir yazarın içsesiyle biriken hikayelerin buluştuğu, yazı sanatının sorgulandığı özel bir kitap. İnsanlığın en basit felsefi soruları gündelik hayat pratiklerinin içinde kaybolur; Kimiz, nereden geliyoruz, nereye kadar …
Banu Yıldıran Genç, Agos, 6 Kasım 2017 Son yıllarda Latin Amerika edebiyatının hızlı yükselişi sık sık ele alınan bir konu. Türkçeye çevrilen eserlerde bile büyük bir artış var. Özellikle yeniyi takip eden ve edebi hazzı maddiyattan önde tutan küçük yayınevleri sağ olsun, İspanyolca edebiyatı bize tanıtıyorlar, yazarların bir romanını yayımlayıp bırakmıyorlar, yeni tanıdığımız, sevdiğimiz, ne yazsa …
Mehmet Fırat Pürselim, Yeşil Gazete, 31 Ağustos 2013 Alejandro Zambra, 1975 doğumlu Şilili bir yazar. Eve Dönmenin Yolları’nda, doğumundan iki yıl önce gerçekleşen Pinochet askeri darbesi sonrasını bir çocuğun gözünden anlatmış. Ben doğumumdan dört yıl önce olan muhtırayı ya da beş yıl sonra darbeyi nasıl anlatırdım? Acaba Latin Amerika edebiyatını her iki coğrafya da darbelerle …
Parşömen Fanzin, 26 Şubat 2021 Edebiyat ortamımız, ülkemizin hali pür melalinden farklı değil. Yani, kaos hakim. Çok fazla kitap yayımlanıyor, eleştiri yok denecek kadar az vesaire. Bunlar hepimizin bildiği şeyler. Ve fakat ne şekilde, nasıl olursa olsun ilk kitabın heyecanı da ayrı. Kağıt oyunu oynayanlar bilir, ilk elin günahı olmaz. İlk kitaplar da, tıpkı sonrakiler …
Konçerto: On Neden ve Bir Öfkeli Yazar
Ali Oktay Özbayrak, Oggito, 29 Mart 2020
Thomas Bernhard, “Cahil halkların birincil ve başlıca özelliğidir bu, kendi çöplüklerini dünyanın en iyi yeri kabul ederler,” der.
I
Katharsis. Aristo tarafından ortaya atılan ve her çağda hüküm süren kavram. Sanatın belkemiği, belki de varoluş sebebi sayılabilir. İnsan nefes aldığı andan itibaren aynı zamanda kirlenmeye başlar. Doğasında kötülüğü taşır ve bu kötülük kirlenmeyle beraber ortaya çıkar. Öldürme isteği, tecavüz, işkence daha nicesi. İşte sanat insanı bu kötü duygularından arındırır ve bir katharsis sağlar. Tiyatroya gelenler sahnede yaşananlardan etkilenip gözyaşı döker, okurlar bir romanın dehlizlerinde kaybolur ve karanlık bir ormanda kendilerini yıkarlar. Peki bu katharsis sadece karşıdakine mi tesir eder? Hayır. Sanatçının kendi arınma ihtiyacıdır her şeyden önce. Bir metnin ilk kelimesinden itibaren, yazarın da gerçek dünyadan soyutlanıp arınması gerçekleşir. İşte bu katharsis: Tiksinti.
II
Tiksinti kelimesi sadece bir iğrenme eylemini değil aynı zamanda büyük bir nefreti barındırıyor. Mizantropi kavramıyla da ifade edebiliriz bu durumu. İnsan doğasına ve eylemlerine karşı nefret besleme. Asosyallikten bir tık üstte bir hastalık tanımı. Kendi varoluşuna, var olduğu yere, etrafındaki insanlara bir kin. Salt yalnızlığa dönme edimi diyemeyiz buna, yalnızlık aynı zamanda umursamazlık gerektirir. Mizantropiye kapılan insansa aslında içinde bulunduğu yeri ve toplumu fazlasıyla düşünür ve umursar. Zaten nefret ve tiksinti de bu fazla düşünme sonucu gerçekleşir. Tıpkı alkolü fazla kaçırıp ardından midede başlayan sürecin istifraya dönmesi gibi. Zaten sözünü edeceğimiz Horacio Castellanos Moya’nın Tiksinti kitabının başkarakteri Edgardo Vega da tiksintilerinin ardından metnin sonuna doğru istifra eder. Ancak bu bir rahatlama sağlamaz; onu rahatlatan tek şey sahip olduğu Kanada Pasaportu’dur.
III
Edgardo Vega… Yazar tarafından gerçekte var olan bir kişi olduğu netleştirilir ama metinden yola çıkarsak siyasi sebeplerden dolayı ülkesini terk etmek zorunda kalmış, kaçarak Montreal’e yerleşmiştir. El Salvador’a asla dönmek istemese de annesinin cenazesi ve vasiyeti için on sekiz senenin ardından ülkesine döner. Döndüğü andan itibaren tekrar gitmek isteyecektir zira ülkesindeki her şeyden tiksinir ve bu on sekiz senede hâlâ hiçbir şeyin değişmediğine, aksine tüm değerlerin iyice kaybolduğuna tanık olur. El Salvador’daki her şeyden tiksinir. Lise yıllarında kurduğu arkadaşlıklar, Manist Keşişlerden aldığı eğitim, askerlere verilen değer, birer leşe dönüşmüş politikacılar, halkını uyutan televizyon kanalları, kendine commandante diyen ama hiçbir vasfı olmayan sefil solcular, sadece yönlendirilmeye yarayan ve kullanılan taşkın kalabalıklar, futbol müsabakaları, üniversiteler, birer gürültüden ibaret şarkılar, toplumun benimsediği değerler ve yerel yemekler. Edgardo Vega, toplumuna tamamen yabancılaşmış, değerlerinden uzaklaşmıştır. Kendini Kanada Pasaportu ile birlikte çürümüş bataklık dediği ülkesinden ayrı bir yerde konumlandırır ve aslında onu yetiştiren değerlere tiksintiyle bakar.
IV
İnsanların kutsalları vardır. Bu kutsallar toplum değerleri, din ve aile olarak görülebilir. Bunları dogmatik kabul eden ve etrafında oluşturulan ritüellere tutunanlar toplum açısından sağlıklı görülürken diğerlerine asosyal, mizantropi vb. tanımlamalar yapar. Halbuki sadece diğerlerinden farklı bakmaya başlamıştır. Edgardo Vega’nın dönüşümü de sanat noktasında başlar. İyi bir sanat profesörü olmasına rağmen ülkesinde sanata bakış açısı bellidir: Sanat pespayedir ve toplum için ayaklar altına alınmıştır. Hatta üniversiteler bile bu konuda o kadar yozlaşmıştır ki fakültelerin ilgili bölümleri kapanmaya başlamıştır. Tıpkı tarih bölümleri gibi. El Salvador’da artık tarih de önemsizdir. Çünkü bir toplum çürümüşse, onu tarihi bile kurtaramaz. Yok oluşu kaçınılmazdır.
V
Peki bu çürümüş toplumda değerli olan hiçbir şey yok mudur? Vega bu noktada paranın devreye girdiğini söyler. Para kazandıran iş saygındır, insanlar mal varlıklarıyla itibar sahibi olurlar. Para kazanan her daim hükümranlığını sürdürür. Bilginin değerinin hiç olmadığı ancak maddi kazançlarıyla öne çıkan insanların görüşlerinin her yere ve her şeye sirayet ettiği bir bataklıktır burası. Bir bataklık nasıl ki istisnasız tüm insanları içine çekip kendi leşliğine, çürümüşlüğüne, kokuşmuşluğuna, sivrisineklerine alıştırıyorsa buranın insanlarını da cehaletin karanlığına ve kuru gürültülere alıştırmıştır. Bu bataklıktan kendini kurtaran Vega, Moya gibi başarılı bir yazarın hâlâ o ülkede nasıl kaldığına anlam veremez ve daima bunu sorgular.
VI
Hikâyenin başından sonuna dek Vega’nın Moya’ya bir barda tüm bunları anlatmasına tanık oluruz. Aslında Vega on sekiz senedir toplumundan uzak kalmış biri olarak, aidiyetini tamamen kaybeden biri olarak, şu an yaşadığı ülkeyi kendi ülkesinden değerli gören biri olarak, uzakta kaldığı her sene kinini diri tutmuş biri olarak içindeki her şeyi kusmaktadır. Bu yüzden Tiksinti için bir istifra anlatısı diyebilirim. İstifradan sonra midenin rahatlaması söz konusudur ama Vega anlattıkça kine kapılmaktadır. Rahatladığı tek yer Moya’yla oturduğu kafenin akşamüstleridir. Çünkü boştur, sadece ona hizmet edilir. Kalabalıklaşan mekânlarda gürültü artarken hizmet kalitesi düşer. İnsan da bu şekilde yorumlanabilir; çevresindeki kalabalık arttıkça bilinç ve farkındalık düzeyi azalır. Bu yüzden Vega nefretiyle yalnızlaşır ve yalnızlaştıkça nefreti artar. Samimiyetsiz dostluklar, aile bağları yerine samimi bir öfke ile var olur.
VII
Vega’nın varoluş sancısı doğmasından sonra başlamıştır. Çürümüş bir toplumla büyümüş, görüşleri yüzünden ötekileştirilmiş, bir siyasi suçlu olarak kaçmak durumunda kalmıştır. Bir insanın en değerli gördüğü kişi genellikle annesidir. En rahat olduğu yer de anne karnı. Vega aile bağlarından –hatta kardeşinden, kardeşinin eşinden ve yeğenlerinden tiksinmesine rağmen– annesiyle bağını ülkesinden ayrı kaldığı zamanlarda da sürdürür ve dönmem dediği ülkesine annesinin cenazesi için döner. Annenin nefes alamadığı El Salvador ve annenin olmadığı ev bir karakolla eşdeğerdir. İşkencelerin yapıldığı adi bir karakol. Bu yüzden Vega, miras olarak kalan evi satarak bir an önce gitme arzusuyla durur El Salvador’da. Gitme arzusuyla, müthiş bir kin ve tiksintiyle bakar Moya’yla oturduğu bardan, ülkesine, toplumuna, kardeşine.
VIII
Çürümüş bir bataklık olarak gördüğü ülkesinde nefes alabiliyor olmanın tek bir nedeni vardır. O da Kanada Pasaportu. Ahlaki değerlerin çökmesini, çürümüşlüğü sadece bilim, siyaset, kültür ve sanat, aile ilişkileri üzerinden göstermez Vega; kumarhaneler ve genelevler de bu çürümüşlüğün en çok görüldüğü yerlerdir. Kardeşi ve zenci bir arkadaşı tarafından götürüldüğü bu ortamlar, ülkesine dair tiksintinin ulaştığı üst mertebelerden biri olur ve sonunda istifra etmeye başlar. Bu esnada kaybettim sandığı pasaportu ortalığı ayağa kaldırmasına neden olur ve bulmasıyla güvenli bir limana geri döndüğünü hisseder.
IX
Zira bu pasaportla kendine yeni bir kimlik yaratmıştır. Thomas Bernhard, “Cahil halkların birincil ve başlıca özelliğidir bu, kendi çöplüklerini dünyanın en iyi yeri kabul ederler,” der. İşte toplumuna karşı durup burası çöp dediği ülkesinden ayrılan sanat profesörü Edgardo Vega, yaşananların, değerlerin yitmesi ve cehaletin her yeri kaplamasıyla bir bataklığa dönüşen ülkesinin ümitsizliğinden ve karanlığından kendi kimliğini de yenileyerek kurtulmuş ve bağıra bağıra nefretini kusmuştur. Kitap monologlarla ilerler, her monologla ülke yerin dibine sokulur. Ülke yerin dibine sokuldukça, öfke konçertosu yükselir ve bir anlatı şöleni sunar.
X
Evet, öfke ve anlatı şöleni deyince herkesin aklına Avusturyalı yazar Thomas Bernhard gelir. Onun kimliğine bürünmek isteyen Horacio Castellanos Moya, Edgardo Vega karakteriyle bir selam yollar ve onun öfkeli üslubunu yakalar. Thomas Bernhard’ın iç bunaltıcı, yavaş akan ve tamamen bir öfke bombardımanından oluşan atmosferi, üslup olarak benzese de Moya’da neşeli bir atmosfer olarak karşılık bulur. Karanlıktır ama aynı zamanda mizahi bir tarafı da vardır. Ve bu ironi Bernhard diliyle birleştiğinde müthiş bir öfke konçertosuna dönüşmüştür.
+1 Yazar veya Kahraman ama Aynı Öfke
Stendhal, Parma Manastırı’nda, “Bir edebi eserin içindeki politika bir konserin ortasında patlayan tabanca gibi, kaba ve görmezden gelemeyeceğimiz bir şeydir” ve “O kadar çirkin şeylerden bahsedeceğiz ki, birçok sebepten ötürü susmayı yeğlerdik” der. Juan Gabriel Marquez, Çarpıtma Sanatı’nda roman ve politika ilişkisinde bu sözleri temel alıyor. Moya da bu yazdığı enfes novellayla, ülkesinin durumunu, politikayı, nefreti dünyaya duyurdu. Romanı tüm coğrafyalarda aranan bir kitap haline geldi ama kendisi de öldürülmek için aranan bir hedef oldu. Sanatçının kaderi tüm coğrafyalarda benzer. Anlatılan hikâyeler gibi.
Warning: Trying to access array offset on value of type bool in /home/notoskitap/public_html/wp-content/plugins/nm-custom-code/includes/post-social-share.php on line 16
İlgili Yazılar
Beklerken yazma umudunun kitabı: Ağaçların Özel Hayatı
Esra Yalazan, T24, 9 Ağustos 2015 Geçmişe, geleceğe, şimdiki zamanın parçalarınmış ruhuna sıçrayan çok parçalı yapısına rağmen tek bir gecede geçen düşüncelerin romanı ‘Ağaçların Özel Hayatı’, kendini sorgulayan bir yazarın içsesiyle biriken hikayelerin buluştuğu, yazı sanatının sorgulandığı özel bir kitap. İnsanlığın en basit felsefi soruları gündelik hayat pratiklerinin içinde kaybolur; Kimiz, nereden geliyoruz, nereye kadar …
Kurmacaya dahil olmak
Banu Yıldıran Genç, Agos, 6 Kasım 2017 Son yıllarda Latin Amerika edebiyatının hızlı yükselişi sık sık ele alınan bir konu. Türkçeye çevrilen eserlerde bile büyük bir artış var. Özellikle yeniyi takip eden ve edebi hazzı maddiyattan önde tutan küçük yayınevleri sağ olsun, İspanyolca edebiyatı bize tanıtıyorlar, yazarların bir romanını yayımlayıp bırakmıyorlar, yeni tanıdığımız, sevdiğimiz, ne yazsa …
Dostum Alejandro ile konuştuk biraz…
Mehmet Fırat Pürselim, Yeşil Gazete, 31 Ağustos 2013 Alejandro Zambra, 1975 doğumlu Şilili bir yazar. Eve Dönmenin Yolları’nda, doğumundan iki yıl önce gerçekleşen Pinochet askeri darbesi sonrasını bir çocuğun gözünden anlatmış. Ben doğumumdan dört yıl önce olan muhtırayı ya da beş yıl sonra darbeyi nasıl anlatırdım? Acaba Latin Amerika edebiyatını her iki coğrafya da darbelerle …
İlk Göz Ağrısı (82): Özcan Yılmaz ve “Akıp Giden Günlerimiz” (Söyleşi)
Parşömen Fanzin, 26 Şubat 2021 Edebiyat ortamımız, ülkemizin hali pür melalinden farklı değil. Yani, kaos hakim. Çok fazla kitap yayımlanıyor, eleştiri yok denecek kadar az vesaire. Bunlar hepimizin bildiği şeyler. Ve fakat ne şekilde, nasıl olursa olsun ilk kitabın heyecanı da ayrı. Kağıt oyunu oynayanlar bilir, ilk elin günahı olmaz. İlk kitaplar da, tıpkı sonrakiler …