Auschwitz’i sessizlikle izleyen bir insanın uygar olması mümkün değildir! Bu yüzden Gürültülü Yalnızlık’ta Hrabal, bireyin yalnızlığını, çağın değişiminin verdiği dehşeti Hanta karakteri üzerinden özgün bir biçimde metnine taşır.
Yirminci yüzyılın en önemli Çek yazarlarından Bohumil Hrabal’ın otobiyografik romanı Gürültülü Yalnızlık 35 yıldır, işi kitapları hamura dönüştürmek olan fakat öncesinde seçtiği kitapları okumadan edemeyen bir işçinin, Hanta’nın hikâyesi üzerine… O, İkinci Dünya Savaşı sırasında/sonrasında yazılan varoluşçu eserlerdeki yenilgilerin, ümitsizliğin, çaresizliğin sonucunda ortaya çıkan bir anti-kahramandır ve hikâye boyunca karşıtlıklar üzerine ‘varoluşçu’ bir tutum geliştirir. Başta ölüm olmak üzere yaşam, gerçek, hakikat, tutsaklık, özgürlük kavramlarını sorgulayan Hanta’nın yaşadıkça yalnızlaşan ve yeraltına çekilen ritüellerle dolu dünyasına tanık oluruz.
İkinci Dünya Savaşı, özellikle de Nazi öldürme kampları en derinine işler Hanta’nın. Onun için Auschwitz’i sessizlikle izleyen bir insanın uygar olması mümkün değildir! Bu yüzden Gürültülü Yalnızlık’ta Hrabal, bireyin yalnızlığını, çağın değişiminin verdiği dehşeti Hanta karakteri üzerinden özgün bir biçimde metnine taşır.
GEÇMİŞ, GELECEK VE ŞİMDİYE TEMA
Gürültülü Yalnızlık’ta Hrabal’ın yoğun betimlemelere yer vermediğini görürüz. Metin onun varoluş felsefesini dışa vuran metaforlar ve göndermelere de sahip. Aynı zamanda kitap geçmiş, gelecek ve şimdiye temas eden bir alanda gezinir. Karakterin kronolojik olmayan deneyimlerini, akıcı bir şekilde, güçlü tekrarlama örnekleriyle verir yazar. Zaman ve mekânı aktarmadaki başarısının yanı sıra mizahtan da kopmaz Hrabal. Romanın kahramanı Hanta, Erasmus’tan Hegel’e, Kant’tan Nietzsche’ye, Lao-Tzu’dan Platon’a ve Seneca’dan Sokrates’e varana dek okuma yolculuğunu sürdürür. Antik dönem filozofları onun sesine dönüşür ve ‘en yüce’ hakikati keşfetmekte rehber olarak seçer.
Hanta’nın yol alma şekli tam böyledir. Atılan kitapları okuyarak bir hayat felsefesi edinir. Edindiği yaşam felsefesini, ahlak ve vicdanla dışa vurduğunu görürüz. İşte bu yüzden Hanta, roman boyunca bir yandan İsa öte yandan Lao Tzu felsefesini zihninde korur ve karşıtlıklarla yaşatır.
PRESLEME YALNIZCA BİR EYLEM BİÇİMİ DEĞİL
Romanın anlatıcısı Hanta, karanlık bir mahzende, görevi kitapları preslemek olsa da kitaplara tutkuyla, saygıyla bağlıdır. Çünkü bu uğraş onun okumak için çok fazla kitaba erişmesine izin verir. O kadar çok okur ki artık kendi düşüncelerinin ne olduğunu hatırlayamaz zaman zaman. Tabii bu presleme işini öyle alelade yapmaz. Adeta törensel bir eylemle. Sıkıştırdığı balyaların içine mutlaka önem verdiği bir kitabı da dahil eder. Hatta balyaların etrafını sevdiği ressamların reprodüksiyonlarıyla süsler. Sonra presleyerek imha eder. Ancak bu yok ediş aynı zamanda yaratıcıdır. Hatta hayat ile ölüm arasında keskin sınırlarla çizilmiş bir ayrımı ve bölünmüşlüğü de sorguladığını görürüz. Kitapta karşılaştığımız ölüm vurgusu endişe, hüzün, acizlik, güçsüzlük, karamsarlık ve tükenmişlikle açığa çıkmaz. Ölümün yaşamla kaynaştığını görürüz. Bununla birlikte sevdiği her kitap onu başka bir düşünceyle de buluşturur. Özellikle Kant’ın ‘Göklerin Teorisini’ açık, net bir şekilde sahiplenir. “Üzerimdeki yıldızlı gök ve içimdeki ahlak yasası” cümlesi, hayat sorgusunda ona en çok eşlik eden cümledir.
Hanta’nın, sinekler ve farelerle dolu çalışma ortamında fazlaca bira içerek zaman geçirdiğini görürüz ama onun için içmek bir yandan da okudukları üzerine düşünmesini daha kolaylaştırmak içindir. Dış dünya ile ilişkisinin çok sınırlı olmasını da umursamaz. Makinesi ve kitapları, onun neredeyse kendini adadığı yaşam bütünlüğüne karşılık gelir. Hanta’nın yaptığı işi bu kadar sevmesinin bir diğer nedeni de tehlikeli atıklardan kurtardığı kitaplarla evinde oluşturduğu dünyadır:
“35 yıldır balyalarımı umutsuz bir duruma sokarım; presimle birlikte, emekliye ayrılabilmeyi umarak yılların, ayların, günlerin üstünü çizerim bir bir ve her gün çantamda bir kitap taşırım eve. Holesovice’de ikinci kattaki dairem kitapların ağırlığından yıkılıyor, kiler ve sundurmada bir sürü kitap var, tuvalet ağzına kadar tıklım tıkış, tel dolap da öyle; mutfakta pencere ve fırına ulaşacak kadar bir yol kaldı, tuvalete tam oturacak kadar yer var; küvetin bir buçuk metre üstünde tavana kadar kitaplarla dolu gerçek bir yapı iskelesi kurulmuş durumda.”
YENİ BİR DÖNEM BAŞLAR
Hanta, vaktinin büyük bölümünü presinde kitap ve kâğıtları ezerek geçirse de ara sıra yeryüzüne çıkarak dayısıyla ve Çingene Kızıyla vakit geçirir. ‘Çingene Kızı’ ile olan hikâyesinin sonu Hanta’yı anlamada çok önemli bir unsur olarak karşımıza çıkar. Tüm hayal kırıklıklarına rağmen, gelecekle ilgili hayali ona heyecan verir: Emekli olup o çok sevdiği pres makinesini bahçesine kuracaktır. Ama bir gün gelir ve kitaplarla kurduğu ‘aşk hikâyesinin’ biteceğini anlar. Çünkü yakınlarda yeni, modern bir kitle imha tesisi kurulacaktır. O tesise yaptığı ziyarette bira yerine süt içen, düzgün kıyafetler giyen ve kitaplarla hiç ilgili olmayan genç işçilerle karşılaşır. Yeni bir dönem başlıyordur. Tehlikeli atıklardan kitap kurtarma umuduyla yaşayan Hanta için kabul edilemez bir değişimdir:
“Bir saniye içinde kesinkes anladım ki bu dev pres bütün öbür preslere ölümcül bir darbe indirecekti, benim alanımda, farklı insanlarla, farklı bir çalışma biçimiyle yeni bir çağ açılıyordu. Küçük sevinçlere paydos, oraya yanlışlıkla atılmış kitaplara paydos! Benim gibi, hepsi de istemeye istemeye bilgi sahibi olmuş eski presçilerin zamanı dolmuştu! Başka türlü bir düşünme biçimi vardı artık… Bu işçilere prim olarak prese gelen bütün yayınlardan birer örnek veriliyor olsa da bu iş benim sonum demekti, arkadaşlarımın sonu, depolardan kurtardığımız ve yaşamımızda mutlu bir değişiklik olur umuduyla okuduğumuz kitaplardan oluşan koca kütüphanelerin sonu.”
1976 yılında yazılan Gürültülü Yalnızlık, Sovyet egemenliğindeki yıllarda yasaklı olduğu için uzun bir süre yeraltı basımlarla yayımlandı. Kuşkusuz hikâyenin bu yıllarla çok güçlü metaforik bir bağı olsa da insanlık tarihi boyunca yaşanan birçok ‘gürültülü yalnızlığa’ derin bir anlam katıyor. Hrabal karakteri üzerinden Sokrates’e yakın bir duruşla bu soruya cevap arıyor diyebiliriz: “Ölüm yaşamın sonu mudur, yoksa yaşamın kendisi midir?”
Onur Uludoğan, Edebiyathaber, 10 Mart 2020 I 1957 Honduras doğumlu Horacio Castellanos Moya, 1960 yılında babasının ülkesi olan El Salvador’da yaşamaya başlar ve orada büyür. 1979 yılında üniversite eğitimi için Toronto’ya gider. Yaşamının devamını Kosta Rika ve Meksika’da sürdürür. Bu süreç 1991’e kadar devam eder. 1991’de El Salvador’a dönen Moya, yaşamını çeşitli dergilerde çalışarak ve …
Çev. Alper Güngör, Oggito, 03 Mayıs 2021 Kısa öykünün ustalarından C.D Rose’un en son kitabı Herkes Başka Biriyken Kim Kimdir kısa öykülerin aksine gizem, fantazi ve hiciv unsurlarını birleştiren bir roman. Tek bir adamın etrafında dönen anlatı, unutulmuş kitapların yeniden keşfine yelken açıyor. İsimsiz anlatıcı “kayıp” kitaplar üzerine isimsiz bir ülkenin isimsiz üniversitesinde tüm ayrıntılarıyla on ders …
Figen Alkaç, Egoist Okur, 1 Haziran 2015 Mevsim Normalleri, son zamanlarda adından sıkça bahsedilen Neslihan Önderoğlu’ nun ikinci öykü kitabı. Yaşamın olağan gidişinin bir yerinden başlayan ve mekan ayrıntılarına çok yer verilmeyen kitapta, anlatılanlara göndermeler yapan öykü isimleri tercih edilmiştir. Kısa öykü tekniklerinin de kullanıldığı Mevsim Normalleri, söylenmeyenlerle okura düşünme imkânı veren boşluklarla sürer. Gündelik hayat …
Ahmet Nezihi Turan, Gazete Duvar, 9 Eylül 2016 “Annem, diye düşünüyor Julián, sanki sağcı şarkılarmış gibi solcu şarkılar söylerdi. (…) Annem solcu şarkıları sağcı şarkılara dönüştüren bir mekanizmaydı.” Alejandro Zambra, Ağaçların Özel Hayatı, çev. Çiğdem Öztürk, Notos Kitap, 2015, 60-1. Duydum ki unutmamış gözlerimin rengini. Sıradan oysa, kahverengi, feri de gitmiş üstelik. Kızıyormuş bana, şimdi …
Hanta’nın gürültülü yalnızlığı
İlke Kamar, BirGün, 6 Aralık 2019
Auschwitz’i sessizlikle izleyen bir insanın uygar olması mümkün değildir! Bu yüzden Gürültülü Yalnızlık’ta Hrabal, bireyin yalnızlığını, çağın değişiminin verdiği dehşeti Hanta karakteri üzerinden özgün bir biçimde metnine taşır.
Yirminci yüzyılın en önemli Çek yazarlarından Bohumil Hrabal’ın otobiyografik romanı Gürültülü Yalnızlık 35 yıldır, işi kitapları hamura dönüştürmek olan fakat öncesinde seçtiği kitapları okumadan edemeyen bir işçinin, Hanta’nın hikâyesi üzerine… O, İkinci Dünya Savaşı sırasında/sonrasında yazılan varoluşçu eserlerdeki yenilgilerin, ümitsizliğin, çaresizliğin sonucunda ortaya çıkan bir anti-kahramandır ve hikâye boyunca karşıtlıklar üzerine ‘varoluşçu’ bir tutum geliştirir. Başta ölüm olmak üzere yaşam, gerçek, hakikat, tutsaklık, özgürlük kavramlarını sorgulayan Hanta’nın yaşadıkça yalnızlaşan ve yeraltına çekilen ritüellerle dolu dünyasına tanık oluruz.
İkinci Dünya Savaşı, özellikle de Nazi öldürme kampları en derinine işler Hanta’nın. Onun için Auschwitz’i sessizlikle izleyen bir insanın uygar olması mümkün değildir! Bu yüzden Gürültülü Yalnızlık’ta Hrabal, bireyin yalnızlığını, çağın değişiminin verdiği dehşeti Hanta karakteri üzerinden özgün bir biçimde metnine taşır.
GEÇMİŞ, GELECEK VE ŞİMDİYE TEMA
Gürültülü Yalnızlık’ta Hrabal’ın yoğun betimlemelere yer vermediğini görürüz. Metin onun varoluş felsefesini dışa vuran metaforlar ve göndermelere de sahip. Aynı zamanda kitap geçmiş, gelecek ve şimdiye temas eden bir alanda gezinir. Karakterin kronolojik olmayan deneyimlerini, akıcı bir şekilde, güçlü tekrarlama örnekleriyle verir yazar. Zaman ve mekânı aktarmadaki başarısının yanı sıra mizahtan da kopmaz Hrabal. Romanın kahramanı Hanta, Erasmus’tan Hegel’e, Kant’tan Nietzsche’ye, Lao-Tzu’dan Platon’a ve Seneca’dan Sokrates’e varana dek okuma yolculuğunu sürdürür. Antik dönem filozofları onun sesine dönüşür ve ‘en yüce’ hakikati keşfetmekte rehber olarak seçer.
Hanta’nın yol alma şekli tam böyledir. Atılan kitapları okuyarak bir hayat felsefesi edinir. Edindiği yaşam felsefesini, ahlak ve vicdanla dışa vurduğunu görürüz. İşte bu yüzden Hanta, roman boyunca bir yandan İsa öte yandan Lao Tzu felsefesini zihninde korur ve karşıtlıklarla yaşatır.
PRESLEME YALNIZCA BİR EYLEM BİÇİMİ DEĞİL
Romanın anlatıcısı Hanta, karanlık bir mahzende, görevi kitapları preslemek olsa da kitaplara tutkuyla, saygıyla bağlıdır. Çünkü bu uğraş onun okumak için çok fazla kitaba erişmesine izin verir. O kadar çok okur ki artık kendi düşüncelerinin ne olduğunu hatırlayamaz zaman zaman. Tabii bu presleme işini öyle alelade yapmaz. Adeta törensel bir eylemle. Sıkıştırdığı balyaların içine mutlaka önem verdiği bir kitabı da dahil eder. Hatta balyaların etrafını sevdiği ressamların reprodüksiyonlarıyla süsler. Sonra presleyerek imha eder. Ancak bu yok ediş aynı zamanda yaratıcıdır. Hatta hayat ile ölüm arasında keskin sınırlarla çizilmiş bir ayrımı ve bölünmüşlüğü de sorguladığını görürüz. Kitapta karşılaştığımız ölüm vurgusu endişe, hüzün, acizlik, güçsüzlük, karamsarlık ve tükenmişlikle açığa çıkmaz. Ölümün yaşamla kaynaştığını görürüz. Bununla birlikte sevdiği her kitap onu başka bir düşünceyle de buluşturur. Özellikle Kant’ın ‘Göklerin Teorisini’ açık, net bir şekilde sahiplenir. “Üzerimdeki yıldızlı gök ve içimdeki ahlak yasası” cümlesi, hayat sorgusunda ona en çok eşlik eden cümledir.
Hanta’nın, sinekler ve farelerle dolu çalışma ortamında fazlaca bira içerek zaman geçirdiğini görürüz ama onun için içmek bir yandan da okudukları üzerine düşünmesini daha kolaylaştırmak içindir. Dış dünya ile ilişkisinin çok sınırlı olmasını da umursamaz. Makinesi ve kitapları, onun neredeyse kendini adadığı yaşam bütünlüğüne karşılık gelir. Hanta’nın yaptığı işi bu kadar sevmesinin bir diğer nedeni de tehlikeli atıklardan kurtardığı kitaplarla evinde oluşturduğu dünyadır:
“35 yıldır balyalarımı umutsuz bir duruma sokarım; presimle birlikte, emekliye ayrılabilmeyi umarak yılların, ayların, günlerin üstünü çizerim bir bir ve her gün çantamda bir kitap taşırım eve. Holesovice’de ikinci kattaki dairem kitapların ağırlığından yıkılıyor, kiler ve sundurmada bir sürü kitap var, tuvalet ağzına kadar tıklım tıkış, tel dolap da öyle; mutfakta pencere ve fırına ulaşacak kadar bir yol kaldı, tuvalete tam oturacak kadar yer var; küvetin bir buçuk metre üstünde tavana kadar kitaplarla dolu gerçek bir yapı iskelesi kurulmuş durumda.”
YENİ BİR DÖNEM BAŞLAR
Hanta, vaktinin büyük bölümünü presinde kitap ve kâğıtları ezerek geçirse de ara sıra yeryüzüne çıkarak dayısıyla ve Çingene Kızıyla vakit geçirir. ‘Çingene Kızı’ ile olan hikâyesinin sonu Hanta’yı anlamada çok önemli bir unsur olarak karşımıza çıkar. Tüm hayal kırıklıklarına rağmen, gelecekle ilgili hayali ona heyecan verir: Emekli olup o çok sevdiği pres makinesini bahçesine kuracaktır. Ama bir gün gelir ve kitaplarla kurduğu ‘aşk hikâyesinin’ biteceğini anlar. Çünkü yakınlarda yeni, modern bir kitle imha tesisi kurulacaktır. O tesise yaptığı ziyarette bira yerine süt içen, düzgün kıyafetler giyen ve kitaplarla hiç ilgili olmayan genç işçilerle karşılaşır. Yeni bir dönem başlıyordur. Tehlikeli atıklardan kitap kurtarma umuduyla yaşayan Hanta için kabul edilemez bir değişimdir:
“Bir saniye içinde kesinkes anladım ki bu dev pres bütün öbür preslere ölümcül bir darbe indirecekti, benim alanımda, farklı insanlarla, farklı bir çalışma biçimiyle yeni bir çağ açılıyordu. Küçük sevinçlere paydos, oraya yanlışlıkla atılmış kitaplara paydos! Benim gibi, hepsi de istemeye istemeye bilgi sahibi olmuş eski presçilerin zamanı dolmuştu! Başka türlü bir düşünme biçimi vardı artık… Bu işçilere prim olarak prese gelen bütün yayınlardan birer örnek veriliyor olsa da bu iş benim sonum demekti, arkadaşlarımın sonu, depolardan kurtardığımız ve yaşamımızda mutlu bir değişiklik olur umuduyla okuduğumuz kitaplardan oluşan koca kütüphanelerin sonu.”
1976 yılında yazılan Gürültülü Yalnızlık, Sovyet egemenliğindeki yıllarda yasaklı olduğu için uzun bir süre yeraltı basımlarla yayımlandı. Kuşkusuz hikâyenin bu yıllarla çok güçlü metaforik bir bağı olsa da insanlık tarihi boyunca yaşanan birçok ‘gürültülü yalnızlığa’ derin bir anlam katıyor. Hrabal karakteri üzerinden Sokrates’e yakın bir duruşla bu soruya cevap arıyor diyebiliriz: “Ölüm yaşamın sonu mudur, yoksa yaşamın kendisi midir?”
İlgili Yazılar
Her yazarın bu tür anlatıların üstesinden gelmesi zordur
Onur Uludoğan, Edebiyathaber, 10 Mart 2020 I 1957 Honduras doğumlu Horacio Castellanos Moya, 1960 yılında babasının ülkesi olan El Salvador’da yaşamaya başlar ve orada büyür. 1979 yılında üniversite eğitimi için Toronto’ya gider. Yaşamının devamını Kosta Rika ve Meksika’da sürdürür. Bu süreç 1991’e kadar devam eder. 1991’de El Salvador’a dönen Moya, yaşamını çeşitli dergilerde çalışarak ve …
C.D. Rose: Herkes Başka Biriyken Kim Kimdir? (Söyleşi)
Çev. Alper Güngör, Oggito, 03 Mayıs 2021 Kısa öykünün ustalarından C.D Rose’un en son kitabı Herkes Başka Biriyken Kim Kimdir kısa öykülerin aksine gizem, fantazi ve hiciv unsurlarını birleştiren bir roman. Tek bir adamın etrafında dönen anlatı, unutulmuş kitapların yeniden keşfine yelken açıyor. İsimsiz anlatıcı “kayıp” kitaplar üzerine isimsiz bir ülkenin isimsiz üniversitesinde tüm ayrıntılarıyla on ders …
“Yaşananların sonu, unutmanın başlangıcıdır…”
Figen Alkaç, Egoist Okur, 1 Haziran 2015 Mevsim Normalleri, son zamanlarda adından sıkça bahsedilen Neslihan Önderoğlu’ nun ikinci öykü kitabı. Yaşamın olağan gidişinin bir yerinden başlayan ve mekan ayrıntılarına çok yer verilmeyen kitapta, anlatılanlara göndermeler yapan öykü isimleri tercih edilmiştir. Kısa öykü tekniklerinin de kullanıldığı Mevsim Normalleri, söylenmeyenlerle okura düşünme imkânı veren boşluklarla sürer. Gündelik hayat …
Sattı diyenden (de) şüphelenin (de) iyice kafayı yiyelim
Ahmet Nezihi Turan, Gazete Duvar, 9 Eylül 2016 “Annem, diye düşünüyor Julián, sanki sağcı şarkılarmış gibi solcu şarkılar söylerdi. (…) Annem solcu şarkıları sağcı şarkılara dönüştüren bir mekanizmaydı.” Alejandro Zambra, Ağaçların Özel Hayatı, çev. Çiğdem Öztürk, Notos Kitap, 2015, 60-1. Duydum ki unutmamış gözlerimin rengini. Sıradan oysa, kahverengi, feri de gitmiş üstelik. Kızıyormuş bana, şimdi …