Görünür olmak, sahnede olmak bugün perde arkasında olmaya göre çok daha kazançlı.
Özcan Yılmaz’ın Notos Kitap tarafından henüz yayımlanan öykü kitabı Akıp Giden Günlerimiz, son yıllarda yayımlanan nitelikli öykü kitaplarından biri. İlk göze çarpan, konu olarak seçilen içeriklerin ele alınış tarzı ve kurmacayı oluşturan öğelerin içerikle paralellik arz edecek biçimde dengeli kullanımı – anlatıcının yerleştiği farklı konumlar, özgünlüğünü her şeyden önce anlatım biçiminden alan olay örgüleri, düşünülerek tasarlanmış atmosferler ve metnin bütünüyle uygunluk arz eden istikrarlı karakterler.
Kitabın ilk öyküsü olan “Adamın Köpeği”, son zamanlarda öykülerin olmazsa olmazı hâline gelen şiddet meselesine benzer mahiyetteki öykülerden farklı bir biçimde yaklaşıyor ve sırtını pornografik şiddet eylemlerine yaslamak yerine konuyu insanlık hâli olarak tasvir edebileceğimiz kapsamlı bir bakış açısıyla ele alıyor. Nitekim sadece bu yönüyle bile hem şiddet gibi alışılmış bir olgunun bile kurmaca üzerine yeterince düşünüldüğü zaman nasıl farklı bir biçimde kurgulanabileceğinin başarılı bir örneği hem de yazarın edebiyat anlayışının habercisi.
Ve “Adamın Köpeği”, sadece bir başlangıç.
Fulya Kılınçarslan: O yüzden derim ki, söyleşiye “Adamın Köpeği” ile başlayalım. Nitekim bu öykü, yaşadığımız coğrafyanın klişelerine kapılmadan gerilimi üst düzeyde tutabilen, gerek olay örgüsüyle gerekse karakterleri ve anlatım biçimiyle oldukça nitelikli bir metin. Av gibi şiddet içeren bir hikâye, son yıllarda birçok öyküde örneğini gördüğümüz pornografik şiddet anlatısının tuzağına düşmeden, ustalıkla aktarılıyor. Sadece bu öyküyle bile senin edebiyat anlayışının farklı bir düzlemde durduğunu görmek mümkün. Bu aşamaya gelene kadar edebiyat algında ne gibi değişimler yaşadın? Yanılgılar, yılgınlıklar, varsayımlar…
Özcan Yılmaz: Yazmakla ilgili fikirlerim, hakkında düşündükçe çok değişti, yeni şeyler okudukça değişmeye devam ediyor. Belli varsayımlarım oluştu ancak bir gün bir kitap çıkıyor ve emin olduğun şeyi yıkıp geçiyor. Bence okumayı çekici kılan da böyle meydan okumalarla karşılaşma ihtimali. Elbette yıktığın şeyin sırlarına onu inşa edenden daha vakıf olmalısın. Klişeler kullanışlıdır, aynı zamanda tehlikeli. Kullanırken cimri olmaya çalışıyorum, cazibelerine mümkün olduğunca kapılmamaya dikkat ediyorum. Yüzyıllardır hikâye anlatılıyor ve bazı tekrarlardan kaçınmak olanaksız. Yine de hâlâ özgün olmak mümkün, diye düşünüyorum. Bunun da birinci adımı kendine ve çevrendekilere karşı dürüst olmak. Önce dürüst olmalı, nasılsa bol bol uydurmaya sıra gelecek. Şiddeti ya da herhangi başka bir aşırılığı olduğundan farklı göstermeye bence gerek yok. Olduğu haliyle yeterince güçlüdür, dolayısıyla etkileyici.
Anlatmaya dair düşüncelerim var elbet ama hepsini başkalarını okuyarak edindim. Ne kadarı bana ait, bilmiyorum. Kendime has bir tarz ya da dil olsun ister miyim, emin değilim, zaman gösterecek. Bunlar üzerinde düşünmek için henüz erken.
Bazen tek bir insan bile tanımanın onlarca farklı karakter yaratmaya yol açabileceğini düşünüyorum. Yeter ki hayal gücü çalışsın.
FK: Türkiye’de son yıllarda peş peşe yayımlanan öykü kitaplarına baktığımda çoğu yazarın karakter oluşturmak konusunda sıkıntı yaşadığını görüyorum. Artık birer tip hâlini almış standart karakterler, gündemden aşırılan plastik olay örgülerinin içerisinde tam da kendilerinden beklenen yönde sağa sola hareket edip duruyor. Senin öykülerinin bana kalırsa en ayırt edici yönlerinden biri de bu, kendisinden bekleneni harfiyen yerine getiren “suni” kuklalarla değil düşünen “gerçek” karakterlerle karşılaşıyoruz. Bize biraz bu süreçten bahsedebilir misin. Karakterlerini nasıl oluşturuyorsun?
ÖY: Bazen öykülere başlarken aklımda yalnızca bir karakter olur ve hemen ardından çevresindekiler. Bana kalırsa karakterler tek başlarına var olamazlar, içlerinde oldukları dünya onları yaratır. Demek ki karakter yaratırken nasıl bir dünyada yaşadıklarını bilmek önemli. Elbette ilk akla gelen yol tanışmış olduğun ya da hakkında az çok fikir sahibi olduğun birini model alarak karakter geliştirmek. Bunu yadsımıyorum, epey işe yarayan bir yöntem ancak gerçek hayattan insanlar bana tutarsız geliyor. Onları bir öykünün ya da romanın içinde hayal edemiyorum. Yola öyle biriyle başlasam da yazmakta olduğum eninde sonunda bir kurgu karakterine dönüşüyor. Yazmaya başladığım zamanlarda ne kadar çok farklı insan tanırsam o kadar fazla karakterim olur sanıyordum. Şimdiyse bazen tek bir insan bile tanımanın onlarca farklı karakter yaratmaya yol açabileceğini düşünüyorum. Yeter ki hayal gücü çalışsın. Hem belki bu insan yazarın kendisinden başkası değildir.
Bazen düşünürüm de öykülerin ömrü karakterlerinkine bağlı olabilir. Onlar ne kadar canlıysa ve öyle kalmaya devam edebiliyorlarsa öyküler de o kadar uzun ömürlü oluyor.
Ben olanı anlatmak için en uygun olanın birinci tekil şahıs olduğunu sanmak.
FK: Kurmaca tekniği açısından baktığımızda kitabın bütününde en çok dikkatimi çeken konulardan biri de anlatıcının kullanımı. Günümüzde çoğu öykü yazarı birinci tekil şahıs anlatıcıyı seçiyor ve çoğu metinde anlatıcı, sadece duygu durumunu ileten basit bir “ben” mekanizmasına dönüşüyor. Senin öykülerindeyse anlatıcıyla olay örgüsü arasında belirgin bir mesafe var – hani hep söyleriz, anlatmak değil göstermek. Ve bu mesafe sayesinde okur, gerçekten metni okuma, metnin üzerinde düşünme şansı buluyor. Dolayısıyla şunu merak ediyorum, senin için kurmaca bir metinde anlatıcı neye hizmet eder, bir kimlik midir yoksa bir araç mı?
ÖY: Anlatıcı seçimi yaparken sıklıkla yapılan yanlış, benim de çokça içine düştüğüm bir tuzaktır bu, ben olanı anlatmak için en uygun olanın birinci tekil şahıs olduğunu sanmak. Oysa ben dediğimiz şey aslında en çok başkalarından, çevresinden söz eder. Çünkü esasında kendisinin farkında değildir, farkındalık ötekinin varlığında mümkün olur. Kimi anlatmak istiyorsak yapmamız gereken son şey onun hakkında konuşup durmaktır. Şöyle düşünelim, birinin sana bir başkasını anlatıp durduğunu düşün, övdüğünü ya da yerdiğini, aklınızdan şöyle geçirmez misin, Dur bakalım, ben de bir tanışayım, bir göreyim, nasıl biriymiş. Onu kendi gözlerinle görüp yaptıklarından, konuştuklarından yola çıkarak onun hakkında kendi fikirlerin, yargıların oluşmasını istemez misin? Ancak o zaman ona dair söyleyecek bir şeylerin olur ya da senin için önemli biri olup olmadığına karar verirsin ya da aklında gerçekten öyle yer tutar. Bana kalırsa öyküler de aynısını yapmalıdır. Nasıl birisi olduğunu anlatmak yerine neler olup bittiğini göstermelidir okura. Bunun için de yazarın mutlak görünmezliği şart. Anlatıcıysa hikâyenin ne derece parçasıysa o kadar görünebilir, bu da olan biten her şey hakkında bütün yargıları okura bırakırsa mümkün ancak.
Sanırım hepimizin kafasını karıştıran; bu basit, belki yüzyıllık temel gerçeğin etrafında dolaşıp duran, bazen alaşağı eden, bazen alay eden ya da düpedüz baş kaldıran metinler. Evet, öylesi de mümkün, buna itirazım yok ama dikkat çekmek istediğim bir nokta var, o eserlerin özgünlüğü anlatmayı tercih etmiş olmasından değil bambaşka esaslardan dolayı.
Anlatıcı meselesi en çok “Yatak Odasındaki Yuva”da beni meşgul etti. Sonunda bir arkadaşımın önerisine uyarak çoklu anlatıcıyı tercih ettim. Neden bir öykünün tek bir anlatıcı tipi olmalıdır, diye sabit bir fikre sahiptim, bilmiyorum. Alışkanlıklardan ötürü herhalde. Farklı metinleri daha çok okumalıyım belki.
FK: Peki bu yönden kurmacayı yaşamla karşılaştırırsak…
ÖY: Kurmaca ancak sözcüklerle ve zihinde yaşar. Bir dile ihtiyaç duyarsınız ve onu en az sizin kadar anlayan başkalarına. Yaşamın tek bir anlatıcısı vardır, o da aklınız. Farklı olduğunu düşündüğünüz anlatıcıları da aslında aklınızla yaratmışsınızdır. Bunun aksini iddia eden de iddiasını aklı kullanarak açıklamaya çalıştığı sürece beni ikna edemiyor. Kurmacayı belli çerçevelerin içine oturtabilir ya da sınırını yine kendinizin bildiği özgürlüğün içinde hareket etmesini sağlayabilirsiniz, yaşam öyle değil. Benim düşüncem, yaşamın olduğu haliyle hiçbir şekilde yazıya aktarılamayacağı. Buna elbette öz yaşam hikayeleri de dahil. Çünkü yazı dile mecburdur ve bu her şeyi değiştirir.
Doğası gereği yazmak okumayı gerektiriyor ve belki hepsinden daha önemlisi düşünmeyi.
FK: Kitapta yer alan çoğu öyküde birbiriyle karşıtlık arz eden çift katmanlı anlatıyı görüyoruz. Örneğin “Otobüslerin Vardığı Yer” isimli öyküde ev, rutin hareketsizliğiyle Nesrin ve Serdar’ın iç dünyasının bir yansımasıyken dış dünyadaki hareket durmaksızın devam ediyor ve evin önünden geçip giden otobüsler bu hareketin -hatta belki de çocuklara özgülenen gitme hâlinin- somut bir kanıtı olarak karşımıza çıkıyor. Peki sen hangi taraftasın? Akıp giden günlerimizi izliyor musun yoksa onları bir mühendis gibi ince ince tasarlayıp inşa mı ediyorsun?
ÖY: Zıtlıkları kullanmayı seviyorum, doğru. Bazen böylesi bana doğru geliyor. Hareket üzerinden karşıtlığı iyi yakalamışsın, gerçekten de bu öyküde hareket etmeye bağlı her şey. Bütün fikir oradan geliyor. Bazı insanların hareket etmekten hoşlanmadığı apaçık ortada, aşırı bir genellemeyle böylelerinin muhafazakarlığa yatkın olduğunu, değişime hep karşı duracaklarını iddia edebiliriz. Ama işte böylelerin de hayatlarında, çevrelerinde hareket var. Buna gözlerini kapatamıyorlar. Hele bir zamanlar en yakınındaki kişiler tarafından terk edilmişlerse. Eğer sabit olmak isteyen taraftaysanız giden her şeyi ve herkesi sizi terk ettiğine yorarsınız. Bugün neredeyse bütün çevremiz yüksek maliyetlerle inşa edilmiş yollarla kuşatıldı. Kullansalar da kullanmasalar da bunu bir rahatlık, ilerleme işareti olarak gören, bununla yürekten övünç duyanlar var. Şöyle düşündüklerini hayal ettim, Buradan gitmeye hiç niyetim yok ama öyle bir gün gelirse harika yollarımız var. Ve evet, keza otobüslerimiz de öyle. Keyif ya da macera ya da keşif için az seyahat eden bir kalabalığız. Öte yandan doğal alanları katletmiş olsa da her zaman yeni olan –çünkü hep yenilenen– yollarda, son model araçlarla yolculuk yapmaya bayılıyoruz. Belki de yolda verilen ikramlardır nedeni, bilmiyorum.
Yaşadığım sürece, bulunduğum her yerde çelişkilere şahit oldum. Diyebilirim ki birini, bir şeyi tanımlarken karşıtını düşünmeden duramıyorum. Hep yan yanalar çünkü. Böyle farklılıkların, aslında buna farklılık da değil siyahla beyaz demek lazım, bunca süre yan yana durabilmiş olması da ayrı bir tuhaflık. Bana sorarsan buradan harika hikayeler çıkıyor, yazılıyor da zaten ancak iyi bir yaşam için fazlası, çok daha fazlası gerek.
İnşa etmeye gelince, kendimi her zaman bina inşa eden değil, o binada yaşayanları gözetleyip onlar hakkında hayaller kuran biri olarak gördüm. Bütün hayatlarını bilmem de gerekmez, küçük bir detay, arabasını yıkama sıklığı, komşularına bakışı, misafirlerine davranışları, bedenleriyle kurdukları ilişki, kazandıkları ya da kaybettikleri parayla ne yaptıklarını bilmem, görmem yeter.
FK: Edebiyat, sence bu hareket hâlinin neresinde duruyor? Okumak, yazmak…
ÖY: Okumanın her zaman bir yolculuk olduğunu düşündüm. Klasik ifadeyle söylersek, gidemeyeceğin yerleri görmüş gibi olmak. Sanırım yazmak bu ve fazlası. Doğası gereği yazmak okumayı gerektiriyor ve belki hepsinden daha önemlisi düşünmeyi. Bir yerde okumuştum, en fazla enerji tüketen organ beyinmiş, demek ki düşünmek de pekâlâ bir hareket biçimi olarak sayılabilir. Seyahat etmeye bayıldığımı söyleyemem ancak işim gereği yollara düştüğüm oldu, yeni bir yere gittiğimde, oraya has yerleri gördüğümde, oralarda vakit geçirdiğimde, bana öyle geliyor ki geride bıraktığım yerde ne yapıyorsam aynısını yapıyorum. İzliyorum, dinliyorum, tadına bakıyorum, bazen yeni bir şeyi deneyimliyorum ama uyumam gereken yere döndüğümde ya da tek başıma kaldığımda hep aynı şeyi yapıyorum, düşünüyorum.
Evet, edebiyat da yol alıyor. Sürekli bir hareket halinde. Bazen elimi uzatsam dokunacak gibi hissediyorum, bazense öyle uzak görünüyor ki tek yaptığımın sevdiğine hiç ulaşamayacağını bilenler gibi olduğu yerde, duyduğu acıdan doğan bir huşuyla vakit öldürüyor gibi hissediyorum.
FK:“Nedim Şair Olmak İstiyor” isimli öyküde her şeyi bilen ancak asla yargıda bulunmayan bir anlatıcıyla karşılaşıyoruz. Ve anlatıcı öyle bir konumda duruyor ki, “olmak” isteyen ancak bir türlü “olamayan” Nedim ve Serap’ın yaşadığı bireysel çelişki, anlatıcının bu konumu sayesinde bireysel olmaktan çıkıp dünyanın hemen hemen her yerinde yaşanabilecek bir insanlık hâlinin tasvirine dönüşüyor. Aslına bakarsan bu oldukça önemli ve altı çizilmesi gereken bir mesele çünkü kurmaca bir metinde bireyden yola çıkarak insanlığa ulaşmak şu an kalıcı olarak nitelediğimiz çoğu metnin ortak noktası. O yüzden yazdığın metinlerin tasarım aşamasını sormak istiyorum, nasıl başlıyor ve devam ediyorsun?
ÖY: Benim için önemli bir öykü. Ciddiye aldığım ilk öyküm değil belki ama yazdıktan sonra utanmadan paylaştığım ilk öyküm. Çoğunlukla yeni bir öykünün en çok zaman alan kısmı tasarım aşaması oluyor. Bazen çoğu şeyi önceden biliyorum, bazen çok az ama nasıl olursa olsun sonunda ortaya çıkan hepsinden farklı oluyor. Bu öykünün başında ve sonunda neler olacağı hep belliydi, beki anlatıcı bu yüzden her şeyi biliyor gibi davranıyor ama hikâyeyi yazmaya kalkıştığım her seferinde bu her şeyi bilme halinin öyküye zarar verdiğini fark ettim. Anlatıcı bir türlü tarafsız olamıyordu. Evet, yargılardan ötürüydü bu. Sorun şu ki bazı yargılar içimize öyle bir işlemiş ki onların yargı olduğunun farkında değiliz. Belki hiç olamayacağız. Tahminim bu öyküyü okuyanların bazıları anlatıcıyı taraflı bulacak. Her ne kadar tamamen tarafsız olmayı dilesem de bunun gerçekleşmesinin olanaksız olduğunun farkındayım. Ben de mümkün olduğu kadar mesafe bıraktım. Belki okura alan açmak için, belki yaklaştıkça daha az görmemden ötürü. Yakın kör biriyim demek.
Olmak isteyip olamamak ya da başka bir şey olmak, sahiden de herkesi ilgilendiren, bir şekilde hayatında yer etmiş bir mesele. Zamandan, mekândan bağımsız herkesi. Meselenin özü yakalanıp bireysel de olsa güçlü bir hikâye aracılığıyla bu aktarıldığında nerede yaşıyorsa yaşasın herkese ulaşma şansı doğuyor. Elbette buradan doğan önemli bir soru var, Kendimiz dışında kimin için yazıyoruz? Böyle birisi varsa yazarken aklımızda olmalı mı? Bence hiç gerek yok. Halen sadece insanların öykü yazabildiği bir devirdeyiz, o zaman sadece kendimiz için bile yazmış olsak nüfusu kalabalık bir türe yönelik olacak. Farklı coğrafyada, hatta farklı zamanlarda yaşayan birilerinin öykülerimi okuyabileceğini, zayıf da olsa böyle bir ihtimalin olduğunu bilmek heyecan verici.
Bir zamanlar yeni ülkeler, dünyalar, insanlar tanımanın yolu edebiyattı, bu işlevini çoktan kaybetmiş görünüyor ama …
FK: “Çok Güzel Olmayan Öyküler” birinci tekil şahıs anlatıcıyı kullandığın az sayıdaki öyküden biri ve “ben” vurgusuna rağmen sadece sosyal medyada var olabilen muallak bir karakterle karşı karşıyayız. Aslında bu anlatıcı-karakter, benlik algısı git gide bozulan ve sadece sanal profillerle söz sahibi olabilen günümüz insanının bir temsili. Sosyal medya mevcut kullanım biçimiyle edebiyatı ne yönde etkiliyor veya sence etkiliyor mu?
ÖY: Kaçınılmaz olarak etkiliyor, insan dediğimiz şey değişiyor ve ona dair anlattığımız bütün hikayeler de. Benlik gelişimi belki de en çok birbirimize verdiğimiz isimlerden etkileniyor. İsim de bir çeşit etikettir, ona uygun görünmeye, davranmaya çabalıyor herkes. Bugün hepimizin geçmişte olduğundan çok daha fazla ismi var. Üstelik sıfatlar da çoğaldı. İşin daha tuhafı bütün isimlerimizi ya da sıfatlarımızı tanıyan kimse kalmadı, herkes ötekinin sadece birazını biliyor. Aslında daha fazlasını öğrenmeye niyeti de yok, yetiyor ona, sosyal medya kimliğiyle tanıdığım birinin nasıl bir anne, baba ya da kardeş, usta, uzman, komşu ya da öğrenci olduğunu bilmem ne işime yarar ki? Bu karmaşanın kendi içimizde, hadi öyle diyelim, benliğimizde yarattığı karmaşa muazzam. Öykümdeki karakter çok önceden tanıdığı biriyle sosyal medya aracılığıyla görüşmeye başladığında eski kimliğindeyken onunla geçmişte kuramadığı ilişkiyi yeni adıyla kurmaya çalışıyor. Elbette o kişinin eski kimliğini hatırlamadığına güvenerek.
Birbirimizi sürekli gözetlemeye başladık ve buna bayıldık. Ama bunun beklemediğimiz bir sonucu ortaya çıktı; unutup geçmişte kalmasını istediklerimizi saklamanın imkansızlığı. Takip ettiğimiz herkesin de bizi gözetleme imkânı var, biz onlar hakkında her şeyi bildiğimizi iddia edebiliyorken başkasının bizi hiç tanımadığından yakınıyoruz. Bir zamanlar yeni ülkeler, dünyalar, insanlar tanımanın yolu edebiyattı, bu işlevini çoktan kaybetmiş görünüyor ama insanı anlamak için dönüp dolaşıp yine aynı öyküleri, romanları okuyup duruyor, şiirlerin etkisine kapılmaktan kendimizi alamıyoruz. Sosyal medyanın elbette anlatım biçimlerine etkisi olacak, belki başlamıştır bile. Benim tahminim yeniyi keşfedecek olan başka türlüsünü hiç tecrübe etmemiş, öyle iletişim biçimlerinden haberi bile olmayan nesilden olacak.
FK: Yine aynı öyküden devam edersek, Rene’nin birlikte oldukları anlarda sürekli anlatıcı-karakterin yerine geçip konuşması (ötekinin varlığını yok sayarak kendi varlığını dayatması) veya gösteri dünyasındaki somut varlığına rağmen izleyicilerin zihninde yer edinemeyen (varlığına rağmen var olamayan) Derya’nın ustalıkla gizlenen duygu durumu… Bütün bunlar az önce bahsettiğim ve öykülere derinlik kattığını düşündüğüm karşıtlıklara birer örnek. Sıklıkla başvurduğun bu anlatı biçiminden hareketle şunu sormak istiyorum, senin için hayattaki çelişkilerin ve/veya zıtlıkların anlamı nedir?
ÖY: Rene ve Derya baş karaktere göre bu dünyayla daha uyumlu. Çünkü içinde olduğumuz dünya onlar için kuruldu. Görünür olmak, sahnede olmak bugün perde arkasında olmaya göre çok daha kazançlı. Bundan beş yüz yıl önce Shakespeare’in oyunlarında kimin sahne aldığını çok az kişi biliyor ama bugün, yalnız burada değil, her yerde, sahnede olanların ismi daha kalıcı. Sanırım görselliğin yeni icatlarla hızlanarak yükselişinin bir sonucu bu. Çünkü öylesi daha kolay ve hızla tüketilmeye müsait, elbette böyle olmak zorunda değil ve değil de aslında ama okumaya göre izlemek, dinlemek daha az zahmetli sayılıyor. Her ne sebepten olursa olsun bunu kabul etmek gerek. Hem Rene hem Derya daima baş karakterden daha iyi sözlü ya da görsel anlatıcı olacak, öte yandan onun da yapabileceği başka şeyler var.
Çelişkiler içinde yaşıyoruz, her gün karşımıza bir yenisi çıkıyor. Bunların beni çorak bir suskunluğa mahkûm etmesine direniyorum. Anlatmak istediklerim var, en iyi olduğum alan da sözcükler, o zaman neden bu zıtlıkları, çelişkileri ve neye yol açtıklarını kullanmıyorum ki? Gerçek hayatta baş edemediğim şeyleri öykülerde alaşağı etmek ya da onlarla uğraşmak, onları anlamaya çalışmak ve bir noktada onların da beni anladığını ümit etmek hoşuma gidiyor.
FK: Peki bu çelişkiler, senin edebiyatla olan ilişkini nasıl biçimlendirdi?
ÖY: Zor bir soru. Kişisel meselelere girmeden yanıtlamak zor. Geçmişte sevdiğim birinin bana sorduğu bir sorudan yola çıkarak yanıtlamaya çalışayım, edebiyata olan zaafım ne zaman ve neden başladı, bilmiyorum. Zaman zaman soruyorum bunu tekrar kendime ama henüz tatminkâr bir yanıt bulamadım. Çevremde böyle bir zaafa sahip insan sayısı hep çok azdı, bu da yanıtı zorlaştırıyor, onlardan farkım neydi? Hem okumak hem yazmak ama özellikle yazmak, yaşadığımız ülkede ciddi özveri istiyor. Yazmayı sürekli kılabilmek her daim yoğun bir tutku oldu, ona azimle, sabırla, biraz da kör bir inatla tutunabilmeyi gerektiriyor. Hep böylesinin hiç de adil olmadığını düşünmüşümdür. Keşke koşullar farklı olsaydı da kırılgan tutkunların eserlerini daha fazla okuyabilseydik. Sadece yazmak için değil, düzgün, kirlenmemiş bir nefes alabilmek için bile bugün sürekli mücadele halinde olmak ve çoğunlukla istemediğin bir şeye dönüşmek gerekiyor. Çevremdeki bütün çelişkiler ister istemez kendi içimde de var. Ya gözlerimi, kulaklarımı kapayıp hiçbir şey olmuyor, her şey yolundaymış gibi yapacaktım ya da en büyük tutkum edebiyata, onu boğmak pahasına daha fazla sarılacaktım. Bu sorunlu bir ilişki, farkındayım. Öte yandan şu ana dek tek yapabildiğim.
Sanırım uzun bir süre daha bireysel büyük yapıtların bir ümit karşımıza çıkmasını beklemeye devam edeceğiz.
FK: Doğru bilinen paradigmaların birer birer çöktüğü, yıkılmaz kabul edilen yapı ve sistemlerin aleni bir biçimde işlevini yitirdiği, hızla değişen bir dünyada yaşıyoruz. Dünyanın bir kısmı elindeki atıl yapılarla değişime direnirken bir kısmı hızla adapte olmaya çalışıyor ve bu farklılık toplumların algısı arasında derin uçurumlar açılmasına yol açıyor. Bu açıdan edebiyatın geçirdiği değişimi nasıl değerlendirirsin?
ÖY: Edebiyatın değişimi her ülkede aynı hızla ve biçimde olmuyor bence. Dolayısıyla burası için verilecek yanıtla başka bir ülke için verilecek arasında farklar olmalı. Yaşadığım ülkede edebiyatın değişmekten başka bir yönü yoktu, çünkü yazı dili olarak kullandığımız dil çok genç. Sözden bahsetmiyorum, o hep vardı ve kendi yolunu takip ediyordu ancak yazılı edebiyat farklıdır. Hem coğrafi yakınlığı hem de siyasal, toplumsal tarihi olarak benzerlik gösterdiğimiz Rusya ile kıyaslarsak, Palto ile Semaver arasında neredeyse yüz yıl var. Elbette yirminci yüzyılın hızı öncekinden çok farklıydı bu yüzden aradaki farkın kapandığı iddia edilebilir ancak bazen ilerlemenin, genişlemenin ya da gelişmenin ihtiyaç duyduğundan daha hızlı olması olgunlaşmamış yapıtları çoğaltır. Böyle olunca da her yerden gelen rüzgarlardan, ömrünün ne kadar olacağı bilinmeyen biçim denemelerinden, her çıktığında bir öncekini çabucak eskiten moda akımlardan kolay etkileniliyor. Edebiyatımızın ve dilin hızlı gelişiminde biraz büyük eserlerin de payı var. Anayurt Oteli, Hakkari’de Bir Mevsim, Tutunamayanlar, Sevgili Arsız Ölüm, Kara Kitap çıktığında öncülleri yoktu, neredeyse benzersizdiler. Oysa bana kalırsa bir birikimin sonucu olmalıydılar. Birikim de sadece eserlerin yazılması, çoğalmasıyla olmuyor, sağlıklı bir tartışma ortamı ve buna ihtiyaç duyan bir kitlenin varlığıyla mümkün. Kitlenin durumu malum, umut etmek için bir neden kalmadı, tartışma ortamıysa yok değil ama çok kısıtlı, dolayısıyla etkisi zayıf. Sanırım uzun bir süre daha bireysel büyük yapıtların bir ümit karşımıza çıkmasını beklemeye devam edeceğiz.
İyi bir eleştiri biraz da karşı tarafın anlayışıyla ilgilidir. Bunun da özünde doğru dinlemek ve nitelikli okuma yatıyor sanırım. İkisi de aceleye getirilemez. Oysa bizde, benim tanık olduğum, en çabuk geçiştirilen bu ikisi.
FK: Son yıllarda Türkiye’de yayımlanan roman ve öyküleri, dünya edebiyatındaki örnekleriyle karşılaştırırsak…
ÖY: Canımız sıkılır, gerek yok. Karşılaştırdığımız eserin Türkçeye çevrilmeye değer bulunduğunu unutmamak gerek. Elbette nitelikten farklı sebepleri de vardır bunun, onları bir kenara koyarsak seçilmiş kabul edilebilecek eserleri neyle karşılaştıracağız. Maalesef bizde karşılaştırma sıklıkla kıyasa dönüşüyor ve neden onlar gibi yazamıyoruz gibi hem can sıkıcı hem de faydasız bir soruya takılıp kalıyoruz. Bence asıl üzerinde düşünülmesi gereken yurtdışında halen Türkçeden çevirilerin çok az yayınlanması. Bunun da nitelikten farklı onlarca sebebi vardır muhakkak. Ama beni ilgilendiren soru başka, Batuman, Özdamar ve henüz iki sene önce Goncourt alan Mahir Güven, ki bunlar ilk aklıma gelenler, bu yetenekler Türkçe yazmış ve yayınlanmış olsalar çevrilebilirler miydi? Diyelim ki çevrildiler, eserlerine böylesi bir ilgi gösterilir miydi? Elbette yazdıklarının bambaşka eserler olma ihtimali de yüksek, oto sansüre uğramış olurlardı ya da daha az cesur. Bunda eserin yazarının dışında içinde bulunduğu ruh hali, maddi ve daha önemlisi maddi olmayan yaşama koşulları, etrafındakiler, zamanın ilerleyişi, güneş ışınlarının açısının bile payı var.
Demek istediğim dileyen dilediği eserle ötekini karşılaştırır. Okumak için ya da yazmak için yeni bir sebep bulursa ne mutlu ona. Ama kıyaslayıp birini ötekinden üstün görerek genelleme yapıp kalan diğerlerini okumaktan vazgeçerse yepyeni bir sesle tanışma şansını kaybeder. Biraz eski usul altın arayıcılığı gibi, eleğin üstünde parlak, sarı şeyler görene dek toprak içinde kalmaya ve elemeye devam.
FK: Peki edebiyat eleştirisinin Türkiye’deki durumu ve Türkiye’deki yazarların edebiyat eleştirisine bakışı konusunda ne düşünüyorsun?
ÖY: Tartışma kültürüyle ilgili bir konu. Sadece edebiyatta değil birçok yerde sağlıklı tartışma ortamı yok. İyi bir eleştiri biraz da karşı tarafın anlayışıyla ilgilidir. Bunun da özünde doğru dinlemek ve nitelikli okuma yatıyor sanırım. İkisi de aceleye getirilemez. Oysa bizde, benim tanık olduğum, en çabuk geçiştirilen bu ikisi. Hatta dinlemek ve okumak için fazladan zaman talep etmek zayıflık olarak görülüyor. Üstelik bu konuda hassas olan biri karşı taraftan da aynı hassasiyeti bekliyor doğal olarak ve sonuç çoğu zaman hüsran oluyor. Eleştirilmek önceleri çok canımı sıkardı, özgüvenimi yitirirdim ya da hemen karşı pozisyon alırdım, sonra bir arkadaşım, Kimse senin karşında değil, herkes kendi tarafında, dedi ve sanırım bir şeyleri ilk o zaman anlamaya başladım. Önemli olan eleştiriyi anlamaya çalışmak, nedenlerini, katkıda bulunmak istiyorsa verebileceklerini, yazmaya, okumaya bakışıma nasıl etki edebileceğini düşünmek. Bazen olmazsa olmazlarımız olur, değişmez sanırız, biraz da öyle olmalıdır zaten, ama kendime, yazdıklarıma yapabileceği değişimden korkuyorsam eğer, demek ki yeterince sağlam değillermiş. Belki de gözden geçirmenin vakti gelmiştir.
Eleştiri olmadan yazamazdım. İçten ya da dışarıdan fark etmez, mutlaka olmalı. Ne şanslıyım ki yorumlarına güvendiğim, saygı duyduğum kişiler var çevremde.
FK: Kendine yakın bulduğun, bana edebiyat konusunda rehberlik etti diyebileceğin yazarlar?ÖY: Yakın bulduğum yazarlar zaman içinde çok değişti. Çünkü ben değiştim, hayatım değişti. Doğru Türkçeyi ilk olarak Esendal ve Orhan Kemal’den öğrendiğimi hatırlıyorum. Orhan Veli ve Sait Faik sonrasında gelmişti, gençken kolayca hayran olabileceğiniz yazarlar. Okumakla ilgili rahatsızlığımsa, bunu kesin olarak hatırlıyorum, sevgili Erdal Öz’ün hepimize armağan ettiği kırmızı, küçük kalpli kitaplarla başlamıştı. Benimkilerin şahane bir çantası bile vardı ve onlara sahip olduğum için çok mutluydum. Belki de okumak ve mutlulukla ilk o zaman böylesi bir ilişki kurmuştum.
İlk gençliğime uzun bir süre Camus ve Salinger hükmetti diyebilirim. Arada Auster, Vian ve Dostoyevski giriyordu. Reşit olduktan sonra kaçınılmaz olarak Bukowski ve Easton Ellis ile tanıştım. O zamanlar yazmak benim için sadece eğlenceydi, iyi vakit geçirmenin en kolay yolu. Satır aralarıyla vakit kaybetmiyordum, çok da anladığım yoktu zaten.
Sanırım yazmayı ciddiye almam Notos’un kapağında Kirli Gerçekçilik başlığını görmemle oldu. Sonrasında Carver ve elbette akabinde Hemingway, Fitzgerald, Flanery O’Connor en etkilendiklerim oldu. Hayal kırıklığı ve öfkeyi biri ötekini tetiklemeden taşımaya ihtiyacım vardı.
Son zamanlarda İngilizce yazanlardan çok Almanca ve İspanyolca yazanlar beni daha çok çekiyor. Stamm, Genazino, Rothmann ve Cortazar, Bolano, Zambra. İlginç olan Genazino harici bütün bu yazarların doğdukları yer ve yazdıkları dil arasındaki ilişki birbirine benziyor. Bana öyle geliyor ki onları kendime bu sebepten yakın buluyorum. Dili sanki konuşmak için değil de yazmak için öğrenmişler gibi.
FK: Öykü kitabın yayımlandı, bu aşamadan sonraki adımın?
ÖY: Asla emin olamıyorum ve bundan çok memnunum. Tek bildiğim yazmaya ve okumaya devam edeceğim. Kitabın yayınlanması beni çok mutlu etti, bunu inkâr edecek değilim, ama daha yayınlanacağını öğrendiğimde bile hayatımdaki tek değişikliğin bu harika hissin kendisinden ve yavaşça solmasından başka bir şey olmayacağını biliyordum.
Warning: Trying to access array offset on value of type bool in /home/notoskitap/public_html/wp-content/plugins/nm-custom-code/includes/post-social-share.php on line 16
Serkan Parlak, Edebiyathaber, 12 Mart 2020 Çiyil Kurtuluş’un yeni öykü kitabı Aramızda Bir Bahçe Yakınlığı Notos Kitap etiketiyle geçtiğimiz günlerde okurla buluştu. İlk öykü kitabı olan Kasırga ve Yabanmersinleri’nde yalın, akıcı, çağrışımlarla örülü bir dille kadın erkek ilişkilerine incelikli bakışlar getirmişti Kurtuluş. Yeni kitabında bu arayışını çeşitlendirerek ve derinleştirerek sürdürüyor. Öykülerin merkezinde yine kadın ve erkek ilişkileri …
Serhat Aytekin, BirGün Kitap, 21 Mayıs 2021 Kadir Işık’ın karakterleri sürekli bir arayış içinde; eski ve yeni karşılaştırması yapıyorlar. Anlatıyorlar ama her şeyi değil; çoğunlukla boşluklar bırakan karakterlerin kısa kesik cümleleri yaşamlarının birer özeti gibi Türkiye edebiyatı yeni bir yazara merhaba dedi. Kadir Işık’ın yedi öyküden oluşan Herkesten Uzakta başlıklı kitabı okurla buluştu. Işık, öykülerini, …
Emek Erez, Gazete Duvar, 24 Kasım 2018 Colin Wilson’ın Notos Yayıncılık tarafından yayımlanan “Yabancı” adlı kitabı yabancılık kavramını epey geniş bir çerçevede ele alıyor. Yazar bir bakıma “yabancı varoluşçu”nun izini sürüyor, bunu yaparken bizi Tolstoy’dan, Dostoyevski’ye, Nietzsche’den Kierkegaard’a, Van Gogh’tan, Nijinski’ye, Rilke’ye kadar pek çok yazar ve düşünürle buluşturuyor. “Yabancı” kelimesi farklı çağrışımları barındırır. Günümüzde …
Burcu Bayer, Sabit Fikir, Sayı 21, Mayıs 2015 Sais Çırakları, romantik edebiyatın şaheserlerinden biri olarak raflardaki yerini alıyor. 18. yüzyılın sonlarında Jena Okulu, uzaklara bakma mütehassısları yetiştirmekle meşguldü. Schelling ve Fichte felsefelerinin etrafında kümelenmiş romantikler olarak, büyüsü bozulmuş dünyayı yeniden büyülemeye uğraşıyorlardı. Bu okulun ebedi öğrencilerinden biri olan Novalis ise neredeyse saydam bilekleri ve ateşli …
Özcan Yılmaz: “Gerçek hayatta baş edemediğim şeyleri öykülerde alaşağı etmek ya da onlarla uğraşmak…” (Söyleşi)
Fulya Kılınçarslan, Oggito, 23 Ağustos 2020
Görünür olmak, sahnede olmak bugün perde arkasında olmaya göre çok daha kazançlı.
Özcan Yılmaz’ın Notos Kitap tarafından henüz yayımlanan öykü kitabı Akıp Giden Günlerimiz, son yıllarda yayımlanan nitelikli öykü kitaplarından biri. İlk göze çarpan, konu olarak seçilen içeriklerin ele alınış tarzı ve kurmacayı oluşturan öğelerin içerikle paralellik arz edecek biçimde dengeli kullanımı – anlatıcının yerleştiği farklı konumlar, özgünlüğünü her şeyden önce anlatım biçiminden alan olay örgüleri, düşünülerek tasarlanmış atmosferler ve metnin bütünüyle uygunluk arz eden istikrarlı karakterler.
Kitabın ilk öyküsü olan “Adamın Köpeği”, son zamanlarda öykülerin olmazsa olmazı hâline gelen şiddet meselesine benzer mahiyetteki öykülerden farklı bir biçimde yaklaşıyor ve sırtını pornografik şiddet eylemlerine yaslamak yerine konuyu insanlık hâli olarak tasvir edebileceğimiz kapsamlı bir bakış açısıyla ele alıyor. Nitekim sadece bu yönüyle bile hem şiddet gibi alışılmış bir olgunun bile kurmaca üzerine yeterince düşünüldüğü zaman nasıl farklı bir biçimde kurgulanabileceğinin başarılı bir örneği hem de yazarın edebiyat anlayışının habercisi.
Ve “Adamın Köpeği”, sadece bir başlangıç.
Fulya Kılınçarslan: O yüzden derim ki, söyleşiye “Adamın Köpeği” ile başlayalım. Nitekim bu öykü, yaşadığımız coğrafyanın klişelerine kapılmadan gerilimi üst düzeyde tutabilen, gerek olay örgüsüyle gerekse karakterleri ve anlatım biçimiyle oldukça nitelikli bir metin. Av gibi şiddet içeren bir hikâye, son yıllarda birçok öyküde örneğini gördüğümüz pornografik şiddet anlatısının tuzağına düşmeden, ustalıkla aktarılıyor. Sadece bu öyküyle bile senin edebiyat anlayışının farklı bir düzlemde durduğunu görmek mümkün. Bu aşamaya gelene kadar edebiyat algında ne gibi değişimler yaşadın? Yanılgılar, yılgınlıklar, varsayımlar…
Özcan Yılmaz: Yazmakla ilgili fikirlerim, hakkında düşündükçe çok değişti, yeni şeyler okudukça değişmeye devam ediyor. Belli varsayımlarım oluştu ancak bir gün bir kitap çıkıyor ve emin olduğun şeyi yıkıp geçiyor. Bence okumayı çekici kılan da böyle meydan okumalarla karşılaşma ihtimali. Elbette yıktığın şeyin sırlarına onu inşa edenden daha vakıf olmalısın. Klişeler kullanışlıdır, aynı zamanda tehlikeli. Kullanırken cimri olmaya çalışıyorum, cazibelerine mümkün olduğunca kapılmamaya dikkat ediyorum. Yüzyıllardır hikâye anlatılıyor ve bazı tekrarlardan kaçınmak olanaksız. Yine de hâlâ özgün olmak mümkün, diye düşünüyorum. Bunun da birinci adımı kendine ve çevrendekilere karşı dürüst olmak. Önce dürüst olmalı, nasılsa bol bol uydurmaya sıra gelecek. Şiddeti ya da herhangi başka bir aşırılığı olduğundan farklı göstermeye bence gerek yok. Olduğu haliyle yeterince güçlüdür, dolayısıyla etkileyici.
Anlatmaya dair düşüncelerim var elbet ama hepsini başkalarını okuyarak edindim. Ne kadarı bana ait, bilmiyorum. Kendime has bir tarz ya da dil olsun ister miyim, emin değilim, zaman gösterecek. Bunlar üzerinde düşünmek için henüz erken.
Bazen tek bir insan bile tanımanın onlarca farklı karakter yaratmaya yol açabileceğini düşünüyorum. Yeter ki hayal gücü çalışsın.
FK: Türkiye’de son yıllarda peş peşe yayımlanan öykü kitaplarına baktığımda çoğu yazarın karakter oluşturmak konusunda sıkıntı yaşadığını görüyorum. Artık birer tip hâlini almış standart karakterler, gündemden aşırılan plastik olay örgülerinin içerisinde tam da kendilerinden beklenen yönde sağa sola hareket edip duruyor. Senin öykülerinin bana kalırsa en ayırt edici yönlerinden biri de bu, kendisinden bekleneni harfiyen yerine getiren “suni” kuklalarla değil düşünen “gerçek” karakterlerle karşılaşıyoruz. Bize biraz bu süreçten bahsedebilir misin. Karakterlerini nasıl oluşturuyorsun?
ÖY: Bazen öykülere başlarken aklımda yalnızca bir karakter olur ve hemen ardından çevresindekiler. Bana kalırsa karakterler tek başlarına var olamazlar, içlerinde oldukları dünya onları yaratır. Demek ki karakter yaratırken nasıl bir dünyada yaşadıklarını bilmek önemli. Elbette ilk akla gelen yol tanışmış olduğun ya da hakkında az çok fikir sahibi olduğun birini model alarak karakter geliştirmek. Bunu yadsımıyorum, epey işe yarayan bir yöntem ancak gerçek hayattan insanlar bana tutarsız geliyor. Onları bir öykünün ya da romanın içinde hayal edemiyorum. Yola öyle biriyle başlasam da yazmakta olduğum eninde sonunda bir kurgu karakterine dönüşüyor. Yazmaya başladığım zamanlarda ne kadar çok farklı insan tanırsam o kadar fazla karakterim olur sanıyordum. Şimdiyse bazen tek bir insan bile tanımanın onlarca farklı karakter yaratmaya yol açabileceğini düşünüyorum. Yeter ki hayal gücü çalışsın. Hem belki bu insan yazarın kendisinden başkası değildir.
Bazen düşünürüm de öykülerin ömrü karakterlerinkine bağlı olabilir. Onlar ne kadar canlıysa ve öyle kalmaya devam edebiliyorlarsa öyküler de o kadar uzun ömürlü oluyor.
Ben olanı anlatmak için en uygun olanın birinci tekil şahıs olduğunu sanmak.
FK: Kurmaca tekniği açısından baktığımızda kitabın bütününde en çok dikkatimi çeken konulardan biri de anlatıcının kullanımı. Günümüzde çoğu öykü yazarı birinci tekil şahıs anlatıcıyı seçiyor ve çoğu metinde anlatıcı, sadece duygu durumunu ileten basit bir “ben” mekanizmasına dönüşüyor. Senin öykülerindeyse anlatıcıyla olay örgüsü arasında belirgin bir mesafe var – hani hep söyleriz, anlatmak değil göstermek. Ve bu mesafe sayesinde okur, gerçekten metni okuma, metnin üzerinde düşünme şansı buluyor. Dolayısıyla şunu merak ediyorum, senin için kurmaca bir metinde anlatıcı neye hizmet eder, bir kimlik midir yoksa bir araç mı?
ÖY: Anlatıcı seçimi yaparken sıklıkla yapılan yanlış, benim de çokça içine düştüğüm bir tuzaktır bu, ben olanı anlatmak için en uygun olanın birinci tekil şahıs olduğunu sanmak. Oysa ben dediğimiz şey aslında en çok başkalarından, çevresinden söz eder. Çünkü esasında kendisinin farkında değildir, farkındalık ötekinin varlığında mümkün olur. Kimi anlatmak istiyorsak yapmamız gereken son şey onun hakkında konuşup durmaktır. Şöyle düşünelim, birinin sana bir başkasını anlatıp durduğunu düşün, övdüğünü ya da yerdiğini, aklınızdan şöyle geçirmez misin, Dur bakalım, ben de bir tanışayım, bir göreyim, nasıl biriymiş. Onu kendi gözlerinle görüp yaptıklarından, konuştuklarından yola çıkarak onun hakkında kendi fikirlerin, yargıların oluşmasını istemez misin? Ancak o zaman ona dair söyleyecek bir şeylerin olur ya da senin için önemli biri olup olmadığına karar verirsin ya da aklında gerçekten öyle yer tutar. Bana kalırsa öyküler de aynısını yapmalıdır. Nasıl birisi olduğunu anlatmak yerine neler olup bittiğini göstermelidir okura. Bunun için de yazarın mutlak görünmezliği şart. Anlatıcıysa hikâyenin ne derece parçasıysa o kadar görünebilir, bu da olan biten her şey hakkında bütün yargıları okura bırakırsa mümkün ancak.
Sanırım hepimizin kafasını karıştıran; bu basit, belki yüzyıllık temel gerçeğin etrafında dolaşıp duran, bazen alaşağı eden, bazen alay eden ya da düpedüz baş kaldıran metinler. Evet, öylesi de mümkün, buna itirazım yok ama dikkat çekmek istediğim bir nokta var, o eserlerin özgünlüğü anlatmayı tercih etmiş olmasından değil bambaşka esaslardan dolayı.
Anlatıcı meselesi en çok “Yatak Odasındaki Yuva”da beni meşgul etti. Sonunda bir arkadaşımın önerisine uyarak çoklu anlatıcıyı tercih ettim. Neden bir öykünün tek bir anlatıcı tipi olmalıdır, diye sabit bir fikre sahiptim, bilmiyorum. Alışkanlıklardan ötürü herhalde. Farklı metinleri daha çok okumalıyım belki.
FK: Peki bu yönden kurmacayı yaşamla karşılaştırırsak…
ÖY: Kurmaca ancak sözcüklerle ve zihinde yaşar. Bir dile ihtiyaç duyarsınız ve onu en az sizin kadar anlayan başkalarına. Yaşamın tek bir anlatıcısı vardır, o da aklınız. Farklı olduğunu düşündüğünüz anlatıcıları da aslında aklınızla yaratmışsınızdır. Bunun aksini iddia eden de iddiasını aklı kullanarak açıklamaya çalıştığı sürece beni ikna edemiyor. Kurmacayı belli çerçevelerin içine oturtabilir ya da sınırını yine kendinizin bildiği özgürlüğün içinde hareket etmesini sağlayabilirsiniz, yaşam öyle değil. Benim düşüncem, yaşamın olduğu haliyle hiçbir şekilde yazıya aktarılamayacağı. Buna elbette öz yaşam hikayeleri de dahil. Çünkü yazı dile mecburdur ve bu her şeyi değiştirir.
Doğası gereği yazmak okumayı gerektiriyor ve belki hepsinden daha önemlisi düşünmeyi.
FK: Kitapta yer alan çoğu öyküde birbiriyle karşıtlık arz eden çift katmanlı anlatıyı görüyoruz. Örneğin “Otobüslerin Vardığı Yer” isimli öyküde ev, rutin hareketsizliğiyle Nesrin ve Serdar’ın iç dünyasının bir yansımasıyken dış dünyadaki hareket durmaksızın devam ediyor ve evin önünden geçip giden otobüsler bu hareketin -hatta belki de çocuklara özgülenen gitme hâlinin- somut bir kanıtı olarak karşımıza çıkıyor. Peki sen hangi taraftasın? Akıp giden günlerimizi izliyor musun yoksa onları bir mühendis gibi ince ince tasarlayıp inşa mı ediyorsun?
ÖY: Zıtlıkları kullanmayı seviyorum, doğru. Bazen böylesi bana doğru geliyor. Hareket üzerinden karşıtlığı iyi yakalamışsın, gerçekten de bu öyküde hareket etmeye bağlı her şey. Bütün fikir oradan geliyor. Bazı insanların hareket etmekten hoşlanmadığı apaçık ortada, aşırı bir genellemeyle böylelerinin muhafazakarlığa yatkın olduğunu, değişime hep karşı duracaklarını iddia edebiliriz. Ama işte böylelerin de hayatlarında, çevrelerinde hareket var. Buna gözlerini kapatamıyorlar. Hele bir zamanlar en yakınındaki kişiler tarafından terk edilmişlerse. Eğer sabit olmak isteyen taraftaysanız giden her şeyi ve herkesi sizi terk ettiğine yorarsınız. Bugün neredeyse bütün çevremiz yüksek maliyetlerle inşa edilmiş yollarla kuşatıldı. Kullansalar da kullanmasalar da bunu bir rahatlık, ilerleme işareti olarak gören, bununla yürekten övünç duyanlar var. Şöyle düşündüklerini hayal ettim, Buradan gitmeye hiç niyetim yok ama öyle bir gün gelirse harika yollarımız var. Ve evet, keza otobüslerimiz de öyle. Keyif ya da macera ya da keşif için az seyahat eden bir kalabalığız. Öte yandan doğal alanları katletmiş olsa da her zaman yeni olan –çünkü hep yenilenen– yollarda, son model araçlarla yolculuk yapmaya bayılıyoruz. Belki de yolda verilen ikramlardır nedeni, bilmiyorum.
Yaşadığım sürece, bulunduğum her yerde çelişkilere şahit oldum. Diyebilirim ki birini, bir şeyi tanımlarken karşıtını düşünmeden duramıyorum. Hep yan yanalar çünkü. Böyle farklılıkların, aslında buna farklılık da değil siyahla beyaz demek lazım, bunca süre yan yana durabilmiş olması da ayrı bir tuhaflık. Bana sorarsan buradan harika hikayeler çıkıyor, yazılıyor da zaten ancak iyi bir yaşam için fazlası, çok daha fazlası gerek.
İnşa etmeye gelince, kendimi her zaman bina inşa eden değil, o binada yaşayanları gözetleyip onlar hakkında hayaller kuran biri olarak gördüm. Bütün hayatlarını bilmem de gerekmez, küçük bir detay, arabasını yıkama sıklığı, komşularına bakışı, misafirlerine davranışları, bedenleriyle kurdukları ilişki, kazandıkları ya da kaybettikleri parayla ne yaptıklarını bilmem, görmem yeter.
FK: Edebiyat, sence bu hareket hâlinin neresinde duruyor? Okumak, yazmak…
ÖY: Okumanın her zaman bir yolculuk olduğunu düşündüm. Klasik ifadeyle söylersek, gidemeyeceğin yerleri görmüş gibi olmak. Sanırım yazmak bu ve fazlası. Doğası gereği yazmak okumayı gerektiriyor ve belki hepsinden daha önemlisi düşünmeyi. Bir yerde okumuştum, en fazla enerji tüketen organ beyinmiş, demek ki düşünmek de pekâlâ bir hareket biçimi olarak sayılabilir. Seyahat etmeye bayıldığımı söyleyemem ancak işim gereği yollara düştüğüm oldu, yeni bir yere gittiğimde, oraya has yerleri gördüğümde, oralarda vakit geçirdiğimde, bana öyle geliyor ki geride bıraktığım yerde ne yapıyorsam aynısını yapıyorum. İzliyorum, dinliyorum, tadına bakıyorum, bazen yeni bir şeyi deneyimliyorum ama uyumam gereken yere döndüğümde ya da tek başıma kaldığımda hep aynı şeyi yapıyorum, düşünüyorum.
Evet, edebiyat da yol alıyor. Sürekli bir hareket halinde. Bazen elimi uzatsam dokunacak gibi hissediyorum, bazense öyle uzak görünüyor ki tek yaptığımın sevdiğine hiç ulaşamayacağını bilenler gibi olduğu yerde, duyduğu acıdan doğan bir huşuyla vakit öldürüyor gibi hissediyorum.
FK:“Nedim Şair Olmak İstiyor” isimli öyküde her şeyi bilen ancak asla yargıda bulunmayan bir anlatıcıyla karşılaşıyoruz. Ve anlatıcı öyle bir konumda duruyor ki, “olmak” isteyen ancak bir türlü “olamayan” Nedim ve Serap’ın yaşadığı bireysel çelişki, anlatıcının bu konumu sayesinde bireysel olmaktan çıkıp dünyanın hemen hemen her yerinde yaşanabilecek bir insanlık hâlinin tasvirine dönüşüyor. Aslına bakarsan bu oldukça önemli ve altı çizilmesi gereken bir mesele çünkü kurmaca bir metinde bireyden yola çıkarak insanlığa ulaşmak şu an kalıcı olarak nitelediğimiz çoğu metnin ortak noktası. O yüzden yazdığın metinlerin tasarım aşamasını sormak istiyorum, nasıl başlıyor ve devam ediyorsun?
ÖY: Benim için önemli bir öykü. Ciddiye aldığım ilk öyküm değil belki ama yazdıktan sonra utanmadan paylaştığım ilk öyküm. Çoğunlukla yeni bir öykünün en çok zaman alan kısmı tasarım aşaması oluyor. Bazen çoğu şeyi önceden biliyorum, bazen çok az ama nasıl olursa olsun sonunda ortaya çıkan hepsinden farklı oluyor. Bu öykünün başında ve sonunda neler olacağı hep belliydi, beki anlatıcı bu yüzden her şeyi biliyor gibi davranıyor ama hikâyeyi yazmaya kalkıştığım her seferinde bu her şeyi bilme halinin öyküye zarar verdiğini fark ettim. Anlatıcı bir türlü tarafsız olamıyordu. Evet, yargılardan ötürüydü bu. Sorun şu ki bazı yargılar içimize öyle bir işlemiş ki onların yargı olduğunun farkında değiliz. Belki hiç olamayacağız. Tahminim bu öyküyü okuyanların bazıları anlatıcıyı taraflı bulacak. Her ne kadar tamamen tarafsız olmayı dilesem de bunun gerçekleşmesinin olanaksız olduğunun farkındayım. Ben de mümkün olduğu kadar mesafe bıraktım. Belki okura alan açmak için, belki yaklaştıkça daha az görmemden ötürü. Yakın kör biriyim demek.
Olmak isteyip olamamak ya da başka bir şey olmak, sahiden de herkesi ilgilendiren, bir şekilde hayatında yer etmiş bir mesele. Zamandan, mekândan bağımsız herkesi. Meselenin özü yakalanıp bireysel de olsa güçlü bir hikâye aracılığıyla bu aktarıldığında nerede yaşıyorsa yaşasın herkese ulaşma şansı doğuyor. Elbette buradan doğan önemli bir soru var, Kendimiz dışında kimin için yazıyoruz? Böyle birisi varsa yazarken aklımızda olmalı mı? Bence hiç gerek yok. Halen sadece insanların öykü yazabildiği bir devirdeyiz, o zaman sadece kendimiz için bile yazmış olsak nüfusu kalabalık bir türe yönelik olacak. Farklı coğrafyada, hatta farklı zamanlarda yaşayan birilerinin öykülerimi okuyabileceğini, zayıf da olsa böyle bir ihtimalin olduğunu bilmek heyecan verici.
Bir zamanlar yeni ülkeler, dünyalar, insanlar tanımanın yolu edebiyattı, bu işlevini çoktan kaybetmiş görünüyor ama …
FK: “Çok Güzel Olmayan Öyküler” birinci tekil şahıs anlatıcıyı kullandığın az sayıdaki öyküden biri ve “ben” vurgusuna rağmen sadece sosyal medyada var olabilen muallak bir karakterle karşı karşıyayız. Aslında bu anlatıcı-karakter, benlik algısı git gide bozulan ve sadece sanal profillerle söz sahibi olabilen günümüz insanının bir temsili. Sosyal medya mevcut kullanım biçimiyle edebiyatı ne yönde etkiliyor veya sence etkiliyor mu?
ÖY: Kaçınılmaz olarak etkiliyor, insan dediğimiz şey değişiyor ve ona dair anlattığımız bütün hikayeler de. Benlik gelişimi belki de en çok birbirimize verdiğimiz isimlerden etkileniyor. İsim de bir çeşit etikettir, ona uygun görünmeye, davranmaya çabalıyor herkes. Bugün hepimizin geçmişte olduğundan çok daha fazla ismi var. Üstelik sıfatlar da çoğaldı. İşin daha tuhafı bütün isimlerimizi ya da sıfatlarımızı tanıyan kimse kalmadı, herkes ötekinin sadece birazını biliyor. Aslında daha fazlasını öğrenmeye niyeti de yok, yetiyor ona, sosyal medya kimliğiyle tanıdığım birinin nasıl bir anne, baba ya da kardeş, usta, uzman, komşu ya da öğrenci olduğunu bilmem ne işime yarar ki? Bu karmaşanın kendi içimizde, hadi öyle diyelim, benliğimizde yarattığı karmaşa muazzam. Öykümdeki karakter çok önceden tanıdığı biriyle sosyal medya aracılığıyla görüşmeye başladığında eski kimliğindeyken onunla geçmişte kuramadığı ilişkiyi yeni adıyla kurmaya çalışıyor. Elbette o kişinin eski kimliğini hatırlamadığına güvenerek.
Birbirimizi sürekli gözetlemeye başladık ve buna bayıldık. Ama bunun beklemediğimiz bir sonucu ortaya çıktı; unutup geçmişte kalmasını istediklerimizi saklamanın imkansızlığı. Takip ettiğimiz herkesin de bizi gözetleme imkânı var, biz onlar hakkında her şeyi bildiğimizi iddia edebiliyorken başkasının bizi hiç tanımadığından yakınıyoruz. Bir zamanlar yeni ülkeler, dünyalar, insanlar tanımanın yolu edebiyattı, bu işlevini çoktan kaybetmiş görünüyor ama insanı anlamak için dönüp dolaşıp yine aynı öyküleri, romanları okuyup duruyor, şiirlerin etkisine kapılmaktan kendimizi alamıyoruz. Sosyal medyanın elbette anlatım biçimlerine etkisi olacak, belki başlamıştır bile. Benim tahminim yeniyi keşfedecek olan başka türlüsünü hiç tecrübe etmemiş, öyle iletişim biçimlerinden haberi bile olmayan nesilden olacak.
FK: Yine aynı öyküden devam edersek, Rene’nin birlikte oldukları anlarda sürekli anlatıcı-karakterin yerine geçip konuşması (ötekinin varlığını yok sayarak kendi varlığını dayatması) veya gösteri dünyasındaki somut varlığına rağmen izleyicilerin zihninde yer edinemeyen (varlığına rağmen var olamayan) Derya’nın ustalıkla gizlenen duygu durumu… Bütün bunlar az önce bahsettiğim ve öykülere derinlik kattığını düşündüğüm karşıtlıklara birer örnek. Sıklıkla başvurduğun bu anlatı biçiminden hareketle şunu sormak istiyorum, senin için hayattaki çelişkilerin ve/veya zıtlıkların anlamı nedir?
ÖY: Rene ve Derya baş karaktere göre bu dünyayla daha uyumlu. Çünkü içinde olduğumuz dünya onlar için kuruldu. Görünür olmak, sahnede olmak bugün perde arkasında olmaya göre çok daha kazançlı. Bundan beş yüz yıl önce Shakespeare’in oyunlarında kimin sahne aldığını çok az kişi biliyor ama bugün, yalnız burada değil, her yerde, sahnede olanların ismi daha kalıcı. Sanırım görselliğin yeni icatlarla hızlanarak yükselişinin bir sonucu bu. Çünkü öylesi daha kolay ve hızla tüketilmeye müsait, elbette böyle olmak zorunda değil ve değil de aslında ama okumaya göre izlemek, dinlemek daha az zahmetli sayılıyor. Her ne sebepten olursa olsun bunu kabul etmek gerek. Hem Rene hem Derya daima baş karakterden daha iyi sözlü ya da görsel anlatıcı olacak, öte yandan onun da yapabileceği başka şeyler var.
Çelişkiler içinde yaşıyoruz, her gün karşımıza bir yenisi çıkıyor. Bunların beni çorak bir suskunluğa mahkûm etmesine direniyorum. Anlatmak istediklerim var, en iyi olduğum alan da sözcükler, o zaman neden bu zıtlıkları, çelişkileri ve neye yol açtıklarını kullanmıyorum ki? Gerçek hayatta baş edemediğim şeyleri öykülerde alaşağı etmek ya da onlarla uğraşmak, onları anlamaya çalışmak ve bir noktada onların da beni anladığını ümit etmek hoşuma gidiyor.
FK: Peki bu çelişkiler, senin edebiyatla olan ilişkini nasıl biçimlendirdi?
ÖY: Zor bir soru. Kişisel meselelere girmeden yanıtlamak zor. Geçmişte sevdiğim birinin bana sorduğu bir sorudan yola çıkarak yanıtlamaya çalışayım, edebiyata olan zaafım ne zaman ve neden başladı, bilmiyorum. Zaman zaman soruyorum bunu tekrar kendime ama henüz tatminkâr bir yanıt bulamadım. Çevremde böyle bir zaafa sahip insan sayısı hep çok azdı, bu da yanıtı zorlaştırıyor, onlardan farkım neydi? Hem okumak hem yazmak ama özellikle yazmak, yaşadığımız ülkede ciddi özveri istiyor. Yazmayı sürekli kılabilmek her daim yoğun bir tutku oldu, ona azimle, sabırla, biraz da kör bir inatla tutunabilmeyi gerektiriyor. Hep böylesinin hiç de adil olmadığını düşünmüşümdür. Keşke koşullar farklı olsaydı da kırılgan tutkunların eserlerini daha fazla okuyabilseydik. Sadece yazmak için değil, düzgün, kirlenmemiş bir nefes alabilmek için bile bugün sürekli mücadele halinde olmak ve çoğunlukla istemediğin bir şeye dönüşmek gerekiyor. Çevremdeki bütün çelişkiler ister istemez kendi içimde de var. Ya gözlerimi, kulaklarımı kapayıp hiçbir şey olmuyor, her şey yolundaymış gibi yapacaktım ya da en büyük tutkum edebiyata, onu boğmak pahasına daha fazla sarılacaktım. Bu sorunlu bir ilişki, farkındayım. Öte yandan şu ana dek tek yapabildiğim.
Sanırım uzun bir süre daha bireysel büyük yapıtların bir ümit karşımıza çıkmasını beklemeye devam edeceğiz.
FK: Doğru bilinen paradigmaların birer birer çöktüğü, yıkılmaz kabul edilen yapı ve sistemlerin aleni bir biçimde işlevini yitirdiği, hızla değişen bir dünyada yaşıyoruz. Dünyanın bir kısmı elindeki atıl yapılarla değişime direnirken bir kısmı hızla adapte olmaya çalışıyor ve bu farklılık toplumların algısı arasında derin uçurumlar açılmasına yol açıyor. Bu açıdan edebiyatın geçirdiği değişimi nasıl değerlendirirsin?
ÖY: Edebiyatın değişimi her ülkede aynı hızla ve biçimde olmuyor bence. Dolayısıyla burası için verilecek yanıtla başka bir ülke için verilecek arasında farklar olmalı. Yaşadığım ülkede edebiyatın değişmekten başka bir yönü yoktu, çünkü yazı dili olarak kullandığımız dil çok genç. Sözden bahsetmiyorum, o hep vardı ve kendi yolunu takip ediyordu ancak yazılı edebiyat farklıdır. Hem coğrafi yakınlığı hem de siyasal, toplumsal tarihi olarak benzerlik gösterdiğimiz Rusya ile kıyaslarsak, Palto ile Semaver arasında neredeyse yüz yıl var. Elbette yirminci yüzyılın hızı öncekinden çok farklıydı bu yüzden aradaki farkın kapandığı iddia edilebilir ancak bazen ilerlemenin, genişlemenin ya da gelişmenin ihtiyaç duyduğundan daha hızlı olması olgunlaşmamış yapıtları çoğaltır. Böyle olunca da her yerden gelen rüzgarlardan, ömrünün ne kadar olacağı bilinmeyen biçim denemelerinden, her çıktığında bir öncekini çabucak eskiten moda akımlardan kolay etkileniliyor. Edebiyatımızın ve dilin hızlı gelişiminde biraz büyük eserlerin de payı var. Anayurt Oteli, Hakkari’de Bir Mevsim, Tutunamayanlar, Sevgili Arsız Ölüm, Kara Kitap çıktığında öncülleri yoktu, neredeyse benzersizdiler. Oysa bana kalırsa bir birikimin sonucu olmalıydılar. Birikim de sadece eserlerin yazılması, çoğalmasıyla olmuyor, sağlıklı bir tartışma ortamı ve buna ihtiyaç duyan bir kitlenin varlığıyla mümkün. Kitlenin durumu malum, umut etmek için bir neden kalmadı, tartışma ortamıysa yok değil ama çok kısıtlı, dolayısıyla etkisi zayıf. Sanırım uzun bir süre daha bireysel büyük yapıtların bir ümit karşımıza çıkmasını beklemeye devam edeceğiz.
İyi bir eleştiri biraz da karşı tarafın anlayışıyla ilgilidir. Bunun da özünde doğru dinlemek ve nitelikli okuma yatıyor sanırım. İkisi de aceleye getirilemez. Oysa bizde, benim tanık olduğum, en çabuk geçiştirilen bu ikisi.
FK: Son yıllarda Türkiye’de yayımlanan roman ve öyküleri, dünya edebiyatındaki örnekleriyle karşılaştırırsak…
ÖY: Canımız sıkılır, gerek yok. Karşılaştırdığımız eserin Türkçeye çevrilmeye değer bulunduğunu unutmamak gerek. Elbette nitelikten farklı sebepleri de vardır bunun, onları bir kenara koyarsak seçilmiş kabul edilebilecek eserleri neyle karşılaştıracağız. Maalesef bizde karşılaştırma sıklıkla kıyasa dönüşüyor ve neden onlar gibi yazamıyoruz gibi hem can sıkıcı hem de faydasız bir soruya takılıp kalıyoruz. Bence asıl üzerinde düşünülmesi gereken yurtdışında halen Türkçeden çevirilerin çok az yayınlanması. Bunun da nitelikten farklı onlarca sebebi vardır muhakkak. Ama beni ilgilendiren soru başka, Batuman, Özdamar ve henüz iki sene önce Goncourt alan Mahir Güven, ki bunlar ilk aklıma gelenler, bu yetenekler Türkçe yazmış ve yayınlanmış olsalar çevrilebilirler miydi? Diyelim ki çevrildiler, eserlerine böylesi bir ilgi gösterilir miydi? Elbette yazdıklarının bambaşka eserler olma ihtimali de yüksek, oto sansüre uğramış olurlardı ya da daha az cesur. Bunda eserin yazarının dışında içinde bulunduğu ruh hali, maddi ve daha önemlisi maddi olmayan yaşama koşulları, etrafındakiler, zamanın ilerleyişi, güneş ışınlarının açısının bile payı var.
Demek istediğim dileyen dilediği eserle ötekini karşılaştırır. Okumak için ya da yazmak için yeni bir sebep bulursa ne mutlu ona. Ama kıyaslayıp birini ötekinden üstün görerek genelleme yapıp kalan diğerlerini okumaktan vazgeçerse yepyeni bir sesle tanışma şansını kaybeder. Biraz eski usul altın arayıcılığı gibi, eleğin üstünde parlak, sarı şeyler görene dek toprak içinde kalmaya ve elemeye devam.
FK: Peki edebiyat eleştirisinin Türkiye’deki durumu ve Türkiye’deki yazarların edebiyat eleştirisine bakışı konusunda ne düşünüyorsun?
ÖY: Tartışma kültürüyle ilgili bir konu. Sadece edebiyatta değil birçok yerde sağlıklı tartışma ortamı yok. İyi bir eleştiri biraz da karşı tarafın anlayışıyla ilgilidir. Bunun da özünde doğru dinlemek ve nitelikli okuma yatıyor sanırım. İkisi de aceleye getirilemez. Oysa bizde, benim tanık olduğum, en çabuk geçiştirilen bu ikisi. Hatta dinlemek ve okumak için fazladan zaman talep etmek zayıflık olarak görülüyor. Üstelik bu konuda hassas olan biri karşı taraftan da aynı hassasiyeti bekliyor doğal olarak ve sonuç çoğu zaman hüsran oluyor. Eleştirilmek önceleri çok canımı sıkardı, özgüvenimi yitirirdim ya da hemen karşı pozisyon alırdım, sonra bir arkadaşım, Kimse senin karşında değil, herkes kendi tarafında, dedi ve sanırım bir şeyleri ilk o zaman anlamaya başladım. Önemli olan eleştiriyi anlamaya çalışmak, nedenlerini, katkıda bulunmak istiyorsa verebileceklerini, yazmaya, okumaya bakışıma nasıl etki edebileceğini düşünmek. Bazen olmazsa olmazlarımız olur, değişmez sanırız, biraz da öyle olmalıdır zaten, ama kendime, yazdıklarıma yapabileceği değişimden korkuyorsam eğer, demek ki yeterince sağlam değillermiş. Belki de gözden geçirmenin vakti gelmiştir.
Eleştiri olmadan yazamazdım. İçten ya da dışarıdan fark etmez, mutlaka olmalı. Ne şanslıyım ki yorumlarına güvendiğim, saygı duyduğum kişiler var çevremde.
FK: Kendine yakın bulduğun, bana edebiyat konusunda rehberlik etti diyebileceğin yazarlar?ÖY: Yakın bulduğum yazarlar zaman içinde çok değişti. Çünkü ben değiştim, hayatım değişti. Doğru Türkçeyi ilk olarak Esendal ve Orhan Kemal’den öğrendiğimi hatırlıyorum. Orhan Veli ve Sait Faik sonrasında gelmişti, gençken kolayca hayran olabileceğiniz yazarlar. Okumakla ilgili rahatsızlığımsa, bunu kesin olarak hatırlıyorum, sevgili Erdal Öz’ün hepimize armağan ettiği kırmızı, küçük kalpli kitaplarla başlamıştı. Benimkilerin şahane bir çantası bile vardı ve onlara sahip olduğum için çok mutluydum. Belki de okumak ve mutlulukla ilk o zaman böylesi bir ilişki kurmuştum.
İlk gençliğime uzun bir süre Camus ve Salinger hükmetti diyebilirim. Arada Auster, Vian ve Dostoyevski giriyordu. Reşit olduktan sonra kaçınılmaz olarak Bukowski ve Easton Ellis ile tanıştım. O zamanlar yazmak benim için sadece eğlenceydi, iyi vakit geçirmenin en kolay yolu. Satır aralarıyla vakit kaybetmiyordum, çok da anladığım yoktu zaten.
Sanırım yazmayı ciddiye almam Notos’un kapağında Kirli Gerçekçilik başlığını görmemle oldu. Sonrasında Carver ve elbette akabinde Hemingway, Fitzgerald, Flanery O’Connor en etkilendiklerim oldu. Hayal kırıklığı ve öfkeyi biri ötekini tetiklemeden taşımaya ihtiyacım vardı.
Son zamanlarda İngilizce yazanlardan çok Almanca ve İspanyolca yazanlar beni daha çok çekiyor. Stamm, Genazino, Rothmann ve Cortazar, Bolano, Zambra. İlginç olan Genazino harici bütün bu yazarların doğdukları yer ve yazdıkları dil arasındaki ilişki birbirine benziyor. Bana öyle geliyor ki onları kendime bu sebepten yakın buluyorum. Dili sanki konuşmak için değil de yazmak için öğrenmişler gibi.
FK: Öykü kitabın yayımlandı, bu aşamadan sonraki adımın?
ÖY: Asla emin olamıyorum ve bundan çok memnunum. Tek bildiğim yazmaya ve okumaya devam edeceğim. Kitabın yayınlanması beni çok mutlu etti, bunu inkâr edecek değilim, ama daha yayınlanacağını öğrendiğimde bile hayatımdaki tek değişikliğin bu harika hissin kendisinden ve yavaşça solmasından başka bir şey olmayacağını biliyordum.
Warning: Trying to access array offset on value of type bool in /home/notoskitap/public_html/wp-content/plugins/nm-custom-code/includes/post-social-share.php on line 16
İlgili Yazılar
“Basit Bir Hesaplaşma”dan Çiyil Kurtuluş öykülerine
Serkan Parlak, Edebiyathaber, 12 Mart 2020 Çiyil Kurtuluş’un yeni öykü kitabı Aramızda Bir Bahçe Yakınlığı Notos Kitap etiketiyle geçtiğimiz günlerde okurla buluştu. İlk öykü kitabı olan Kasırga ve Yabanmersinleri’nde yalın, akıcı, çağrışımlarla örülü bir dille kadın erkek ilişkilerine incelikli bakışlar getirmişti Kurtuluş. Yeni kitabında bu arayışını çeşitlendirerek ve derinleştirerek sürdürüyor. Öykülerin merkezinde yine kadın ve erkek ilişkileri …
Sorular, arayışlar, gedikler
Serhat Aytekin, BirGün Kitap, 21 Mayıs 2021 Kadir Işık’ın karakterleri sürekli bir arayış içinde; eski ve yeni karşılaştırması yapıyorlar. Anlatıyorlar ama her şeyi değil; çoğunlukla boşluklar bırakan karakterlerin kısa kesik cümleleri yaşamlarının birer özeti gibi Türkiye edebiyatı yeni bir yazara merhaba dedi. Kadir Işık’ın yedi öyküden oluşan Herkesten Uzakta başlıklı kitabı okurla buluştu. Işık, öykülerini, …
Varoluşçu ‘Yabancı’ kimdir?
Emek Erez, Gazete Duvar, 24 Kasım 2018 Colin Wilson’ın Notos Yayıncılık tarafından yayımlanan “Yabancı” adlı kitabı yabancılık kavramını epey geniş bir çerçevede ele alıyor. Yazar bir bakıma “yabancı varoluşçu”nun izini sürüyor, bunu yaparken bizi Tolstoy’dan, Dostoyevski’ye, Nietzsche’den Kierkegaard’a, Van Gogh’tan, Nijinski’ye, Rilke’ye kadar pek çok yazar ve düşünürle buluşturuyor. “Yabancı” kelimesi farklı çağrışımları barındırır. Günümüzde …
İsis’in peçesini kaldırmak
Burcu Bayer, Sabit Fikir, Sayı 21, Mayıs 2015 Sais Çırakları, romantik edebiyatın şaheserlerinden biri olarak raflardaki yerini alıyor. 18. yüzyılın sonlarında Jena Okulu, uzaklara bakma mütehassısları yetiştirmekle meşguldü. Schelling ve Fichte felsefelerinin etrafında kümelenmiş romantikler olarak, büyüsü bozulmuş dünyayı yeniden büyülemeye uğraşıyorlardı. Bu okulun ebedi öğrencilerinden biri olan Novalis ise neredeyse saydam bilekleri ve ateşli …