Asırlardır sömürülen “kahramanlık” hikâyelerinin gerisindeki o meşum soru, insanlık tarihinde sanıldığından daha geniş bir yer kaplar: Vatana sadakatle insanlığa sadakat arasında bocalayanlar neden her dönem farklı idollere ve güce tapmanın tuzağına düşer?
Üzerinden zaman geçtikten sonra anlaşılabilen gayriresmi tarih, toplumun, sistemin, muktedirin değer yargılarına itiraz edebilenlerin hikayeleriyle hakiki anlamına kavuşuyor. Ve bunu görebilenler, o korkunç tuzağın tehlikelerini daha iyi kavrıyor.
Şiddetin, yozlaşmanın, bayalığın, çürümüşlüğün, sahtekârlığın yüzüne cesaretle bakmayı göze alanların kelimeleri, “kaybolanların” elinden de tutar bazen. Hayatı tüm sarsıntıları ve güzellikleriyle izleyenleri yol ayırımında bekleyen sorular basit: Kitlelerin peşinden sürüklenip toplumsal baskıya boyun eğecek miyim yoksa her şeye rağmen muazzam bir dil ve uygarlık çeşitliliği içersinde buluşan insanlık korosunun değerli bir parçası mı olacağım?
Edebiyat tarihi, bu anlamda hayatın karanlık kuyusundan çekip çıkardıklarını yazı sanatına dönüştürerek “yıkıma” karşı insanı koruyan yazarların mücadelelerini de anlatır. Onları birbirlerinden ayıran hakikati arama çabasında kullandıkları yöntem ve üsluptur.
“Tiksinti” romanı vesilesiyle tanıştığım Horacio Castellanos Moya, o mücadele zincirinin en iddialı halkalarından biri. Henüz bir kitabını okumuş olmama rağmen, muradının “edebiyat yapmaktan” ziyade, edebiyatın imkânları üzerine düşünmek ve muhtemel bir başarısızlığı göze alarak iz bırakma arzusu olduğunu anladım.
Moya’nın 1997’de yazdığı “Tiksinti”, onun dünyada tanınmasını sağlayan romanı. Ailesiyle birlikte El Salvador’a göçen Moya, orada edebiyat eğitimi aldıktan sonra Kanada’ya gitmiş. Ve daha sonra Guatemala, İspanya ve Meksika’da dolaşarak uzun yıllar gazetecilik yapmış. Ünlenmesine yol açan roman aynı zamanda ülkesinde ölüm tehditleri almasına ve El Salvador’u terk etmesine neden olmuş.
Kitabın sonundaki notunda, yazım sürecini ve hikâyesini aktarırken, Tiksinti’yi yazma arzusunu tarif ediyordu:
“San Salvador’u kültürel ve politik olarak yıkıma uğratmayı – tıpkı Bernhard’ın Salzbourg’a yaptığı gibi – hiciv ve parodi, ısırık ve çıngırak zevkiyle gerçekleştirmek istediğim bu kitabın yazımı sırasında, intikamını alan güceniğin muradına ermesine benzer bir duyguyla eğlenmiştim. Ama aralarında sevdiğim kişilerin de olduğu kimilerinden gelen tepkilerin o kadar şiddetli olacağını öngörememiştim.”
Kitabı okuyacak olanlar, bunun bir “eğlenme” arzusundan çok daha büyük bir isyan duygusuyla yazıldığını kolayca anlayacaktır. Moya, her ne kadar tepkilerin şiddetini öngörmediğini söylüyorsa da bu keskin üslubun ve ona eşlik eden cesaretin böyle bir tehlikeyi sezmemesi mümkün değil. Muhtemelen bunun bir kurgu metin olduğu fikrine yaslandığı için rahat davrandı.
Peki uzun bir monolog olan bu kısa roman, olmayan bir ülkenin eleştirisi mi? Elbette değil ama kendisinin de söylediği gibi daha iyi anlaşılması için taammüden abartılmış bir “ısırık ve çıngırak zevki” hatta yerleşik değerleri jilet kesikleriyle paramparça eden “kanlı” bir hesaplaşma.
Tiksinti’yi okuduktan sonra kendisiyle mektuplaşmaya başlayan romancı Roberto Bolano’nun bu kitabı dair söyledikleri içerik hakkında şüphe uyandırabilir ancak mesele biraz daha karmaşık:
“Tiksinti elbette ki sadece bir hesap kapatmadan ya da bir yazarın ahlaki ve politik ortam karşısındaki derin ümitsizliğinin ifadesinden ibaret değil, aynı zamanda bir üslup alıştırması, Castellanos Moya’nın Bernhard’ın kimi eserlerine yönelik parodisi ve insanı gülmekten öldüren bir roman.”
Dünyada ses getiren romanın El Salvador’da “gülmekten öldürme” tanımlamasını hangi anlamda kullandığını bilebilmek için anlatıcının sesini duymalısınız.
Sanat tarihi profesörü Edgardo Vega 18 yıllık sürgünün ardından annesinin cenazesi için Kanada’dan ülkesi El Salvador’a dönmek zorunda kalır. Vaktiyle ülkesinden iğrenerek kaçmıştır. El Salvador’daki tek arkadaşı Moya adlı yazarla bir barda buluşarak ülkede sorunlu gördüğü, nefret ettiği ne varsa kesintisiz bir hakaret bombardımanıyla anlatır.
Senfonik, döngüsel bir ritmi olan, dinleyenin başını döndüren hatta belki de tiksindiren bir anlatı sesi bu. Mide bulandırıcı El Salvador birasından-yemeklerinden halkın zevksizliğine, çürümüş eğitim sisteminden kültürel yozlaşmaya, halkı dolandıran siyasetçilerden askerlerin katliamına, orta sınıf yaşam tarzından rezil gazetecilik anlayışına uzanan epey geniş bir alanda, toplumun hiçbir kesimine merhamet göstermeden tiksintisini en çıplak hâliyle sergiliyor.
Ortak bir hafızanın olmayışına ve bunun yarattığı tahribata itiraz ettiği çığlıklarda kesif bir umutsuzluk hissedilebilir ama bana kalırsa o haykırışın gerisinde yüzleşmesi zor gerçekleri gösterme arzusu da var.
“…Bir şey, değiştirmenin insanları değiştireceğine inanmak için, senin gibi çılgın olmak gerekiyor, dedi Vega. Onbir yıllık iç savaş bile bir şeyi değiştirmeye yaramadı, onbir yıllık katliam ve sonunda geriye kalan aynı zenginler, aynı politikacılar, aynı baş belası halk ve ortama hakim olan aynı embesillik. Hepsi bir halüsinasyon Moya, anla bunu, kendi hesabına düşünen insanlar, kendini bilme ve sanata adamış insanlar olabildiğince çabuk bu ülkeden uzamalılar.”
Yazar Moya da gitmiş ve bu kitabı Meksika’da yazmış ama bir yazarın kendi ülkesine dair eleştirlerini “kurgusal” bir metin aracılığıyla ifade etme inadı gerçekleri görmesine engel değil. Sonunda itiraf etmiş:
“El Salvador Avusturya değil ve en önemli ulasal şair Roque Dalton’un CIA ajanı olma ithamıyla 1975 yılında bizzat kendi yoldaşları tarafından katledildiği bir ülkeden kim vurduya gitmeden uzamak en iyisiydi.”
Moya’nın Bernhard’a selam göndererek yazdığı bu kısa “taklit roman” ve El Salvador solunun iç savaş sırasındaki çürümüşlüğünü anlattığı “Diaspora” belli ki para ve şöhretten ziyade düşman kazandırmış ona. Ama kendi ülkesine, toplumuna cephe almanın bedelini ödemekten kaçınmamış. Aksi takdirde buna benzer gerçekleri “edebi bir meydan okumayla” yazmaya cesaret edemezdi:
“Bu halkın entelektüel ve zihinsel sefaletinin en iyi örneği de zaten gazeteler. Moya, hangi ülkede olduğumuzu anlamak için, o gazeteleri hazırlayanların ve onları satın alanların entelektüel ve zihinsel sefaletini anlayabilmek için, onların okunmak için değil, sayfaları karıştırılmak için hazırlanmış gazeteler olduğunu anlamak için iki sabah gazetesinin sayfalarını karıştırmak yetiyor çünkü bu ülkede kimse okumakla ilgilenmiyor…”
Buna benzer yorumları okurken Türkiye’de böyle bir romanı yayımlayacak cesur bir yayınevinin bulma sorunundan evvel toplumun, kurumların ve muktedirin muhtemel tepkisini de düşündüm. Castallenos Moya büyük bir ihtimalle burada da ölüm tehdidi alıp kaçmak zorunda kalırdı. Bu kadarına bile cesaret edemeyen uluslararası ödüllü yazarların başına gelenler malum.
O coğrafyada yaşamanın bedelini çok iyi bilen ve ülkesini her anlamda eleştirebilen Şilili yazar Roberto Bolano da bu sorunun evrensel boyutuna işaret etmiş:
“Ne yazık ki El Salvador’daki çok az kişi Bernhard okudu ve ondan daha da azının mizah duygusu hâlâ canlı. Vatanla oyun olmaz. Slogan bu ve sadece El Salvador’da değil, aynı zamanda Şili’de, Küba’da, Peru’da ve Meksika’da, hatta Avusturya’da ve Avrupa’nın başka bir ülkesinde ya da bölgesinde de geçerli. Eğer Castellanos Moya, Bosnalı ya da Kosovalı olsa ve bu kitabı orada yazmış ve yayınlamış olsaydı, uçağa binecek zamanı bile bulamazdı. Bu kitabın birçok meziyetinden biri işte bu: Milliyetçiler ona asla tahammül edemiyor. Bir Buster Keaton filmine ve saatli bombaya eşdeğer keskin mizahı, embesillerin hormonal dengesini tehdit ediyor, bu yüzden kitabı okurken frenlenemez bir yazarı şehrin meydanında asmak istiyorlar. Doğrusu, gerçek bir yazar için bundan daha büyük bir onur düşünemiyorum.”
Evet, belki onurlu bir duruş ama bir yazarın edebi kariyerini de epey sıkıntıya sıkacak bir tercih bu. Nitekim hayatını değiştiren roman, kendisiyle aynı kaderi yaşamadı. Kitap, El Salvador’da her yıl basılmaya devam etmiş ve hatta üniversitelerde ders kitabı olarak okutulmuş. Farklı dillere çevrilen bazı ülkelerde, ulusal kültürlerini yerden yere vurarak eleştirmesini isteyen okurlarla karşılaşmış. İki yıl sonra ailesini görmek için ülkesine döndüğünde pek çok arkadaşı, Tiksinti’nin ikinci bölümünü yazması gerektiğini söylemiş. “Politik, kültürel yozlaşma, organize suçlar, çeteler, yaşama verilen değer eskiyi aratıyordu çünkü” diyor.
Bir yazar ülkesindeki politikacıları eleştirdiğinde bu pek yadırganmaz hatta muhalif kimliği sebebiyle saygı uyandırır ama eğer aynı yazar, edebiyat çevresini, akademik hayatı, kültürel atmosferi, askerleri, taksi şöförlerini, yoldaşlarını harcayan komünistleri, polisi de aynı “zehirli” dille hedef alıyorsa toplumun tamamını karşısına almış demektir. Moya’nın farkı anlatısının taraftarlık ruhundan tamamen sıyrılmış olmasında. Dili “tiksintisinin” nesnesine göre değişmiyor. Bu tavrı, edebiyatını ve romanın meselesini de bütünlüklü kılıyor:
“Ülkenin geleceğini ellerinde tutan o şaibeli tipler bende muazzam bir tiksinti uyandırıyor Moya, sağdan ya da soldan olmaları fark etmiyor, aynı derecede kusturucular, aynı derecede yozlaşmışlar, aynı derecede hırsızlar, becerebildikleri kadar çok çalma ihtirasları yüzlerinden okunuyor, gerçekten dikkat edilmesi gereken tipler Moya. Kimden olduğuna bakmadan ellerinden gelenin azamisini yağmalama ihtiraslarını yüzlerinde görmek için televizyonu açman yeterli, daha önce kan ziyafeti çekmiş ve cinayet orjilerine katılmış, şimdiyse kendilerini yağma şenliğine ve çalma orjisine adamış ceketli, kravatlı sahtekârlar, dedi bana Vega.”
Moya bu ve benzeri itirazlarını, dünyada yozlaşmaya eğilimli ülkelere, toplumlara, kurumlara ve esas itibarıyla çöken sistemin kendisine de yöneltiyor sanki. Ülkesinde edebiyatla, tarihle ya da beşeri bilimlerle doğru dürüst ilgilenen kimse olmamasından şikayet eden yazarda, umutsuzluktan ziyade sınırları aşmayı seven bir takıntıyla umuda tutunma arzusu gördüm.
Bolano’nun “O bir felaketzede ama felaketzede gibi yazmıyor” demesi boşuna değil. Sadece suçlarıyla varolan, konuşanların ölümle cezalandırıldığı, politikacıların vatandaşlarını rahatlıkla ölüme gönderdiği, savaş taraftarı cuntacılarla gerillaların üniversiteyi dışkıya dönüştürmek konusunda ittifak yaptığı ülkede yaşayan bir yazarın sesini duyurma çabası gibi okunabilir bu roman.
Moya sonundaki “yazarın notunda” kahramanını sahneye çıkarıyordu:
“Vega, iç savaş ve sonrasında yaşananları unutmayı, görmezden gelmeyi yeğleyen yurttaşlarına alabildiğine gücenmiştir ve bu monolog onun aldığı intikamdır. Bir başka güceniğin, Moya’nın da tabii ki.”
Eğer bu metni bir roman olarak okuyacaksak – ki öyle okunmalı, Moya kahramanı Vega değil elbette. Ülkesindeki iç savaşın neden olduğu çürümeden etkilendiğini ama bunu öfkeli bir “eğlenceye”, kara mizaha dönüştürebildiğini, hatta bundan epey haz aldığını da söylüyor bir bakıma:
“Hayattaki en büyük idealleri çavuş olmak olan insanların arasında nasıl yaşayabildiğini anlamıyorum, nasıl yürüdüklerini gördün mü Moya, hepsi sanki askermiş gibi yürüyor, saçlarını sanki askermiş gibi kestiriyor ve sanki askermiş gibi düşünüyorlar, akla ziyan bir şey Moya, asker olmayı hepsi isterdi, asker olmak hepsini çok mutlu ederdi, tam bir ceza muafiyetiyle öldürebilmek için asker olmak hepsinin çok hoşuna giderdi, hepsi bakışlarında, yürüme biçimlerinde ve konuşma tarzlarında öldürme arzularını yansıtıyor, hepsi öldürebilmek için asker olmak istiyor, bu asker görünme isteği Moya, El Salvadorlu olmak anlamına geliyor.”
Kitabın alt başlığı “Thomas Bernhard San Salvador’da”. Ona öykündüğünü itiraf ederek başlıyordu romana. Yazının başında sözünü ettiğim “vatana sadakatla, insanlığa sadakat” arasındaki tercihini edebiyattan yani o sonsuz zincirin bir halkası olmaktan yana kullanmış Catellenas Moya. İyi ki de öyle yapmış. Aksi takdirde kahramanı Vega’nın dediği gibi “Tarihsel hafızası olmayan, yazılı sözün önemli olmadığı bir kültüre” teslim olacaktı.
Bunun yerine kendi ülkesine, kalabalıkların genel geçer değerlerine cephe alarak, edebiyatı kendi dikenli diline çevirerek evrensel bir yazar olmayı tercih etti. En sonunda “Bu kısa roman ve doğurduğu sonuçlar bir utanç sembolü gibi beni takip ediyor” dese de edebiyat tarihinde ait olduğu yeri bulmuş görünüyor.
Warning: Trying to access array offset on value of type bool in /home/notoskitap/public_html/wp-content/plugins/nm-custom-code/includes/post-social-share.php on line 16
Esra Yalazan, T24, 9 Ağustos 2015 Geçmişe, geleceğe, şimdiki zamanın parçalarınmış ruhuna sıçrayan çok parçalı yapısına rağmen tek bir gecede geçen düşüncelerin romanı ‘Ağaçların Özel Hayatı’, kendini sorgulayan bir yazarın içsesiyle biriken hikayelerin buluştuğu, yazı sanatının sorgulandığı özel bir kitap. İnsanlığın en basit felsefi soruları gündelik hayat pratiklerinin içinde kaybolur; Kimiz, nereden geliyoruz, nereye kadar …
Gültekin Emre, Radikal Kitap, 13 Mart 2015 Geri Dön Hayat’ta yirmi bir yazar, intihar etmiş bir yazarın ya da bir şairin son günü ele alınıyor. Burada Öyle Biri Yok’ta ise kaybolanların, yitirilenlerin, izleri sürülenlerin üzerine yazılan yirmi bir öykü bir araya getirilmiş. Yaşarken ölen çok olmuştur. Yaşadıklarımız hangimizi ölümle burun buruna getirmedi? Ölüp ölüp dirilmeyi yaşamayan …
Emek Erez, Gazete Duvar, 22 Ekim 2020 Leonora Carrington’ın ‘Sırdaş Trompet’ ve ‘Korku Evi-Yedinci At’ adlı iki metni hem yazarın sürrealist kimliğini yansıtması bakımından, hem de türler arası yoldaşlığın bir yansımasını sunması açısından kıymetli metinler. Carrington’ın dünyası, hayatın gerçekliğinden yorgun düşmüş insanlığa büyülü bir kapı açıyor. Meksikalı sürrealist sanatçı Leonora Carrington, hayal gücünün sınırlarını sonuna …
Tuğçe Yılmaz, T24, 6 Kasım 2011 Latin Amerika edebiyatı, yaşanılan ülkenin, üretimleri ne denli etkileyeceğinin bir kanıtı olarak karşımıza çıktı. Sürekli darbelerle ve iç savaşlarla sarsılan ülkelerin, edebiyatı da buna göre şekillendi. Üslup ve anlatım açısından da diğer ülkelerin edebiyatından farklı olan Latin Amerika edebiyatı, özenle Türkçeye çevrilmeye devam ediyor. Eserlerdeki derinliğe ve özgünlüğe karşın, çağdaş …
Moya’nın itiraz edebilme cesareti ve ‘Tiksinti’
Esra Yalazan, Ahval, 5 Ocak 2020
Asırlardır sömürülen “kahramanlık” hikâyelerinin gerisindeki o meşum soru, insanlık tarihinde sanıldığından daha geniş bir yer kaplar: Vatana sadakatle insanlığa sadakat arasında bocalayanlar neden her dönem farklı idollere ve güce tapmanın tuzağına düşer?
Üzerinden zaman geçtikten sonra anlaşılabilen gayriresmi tarih, toplumun, sistemin, muktedirin değer yargılarına itiraz edebilenlerin hikayeleriyle hakiki anlamına kavuşuyor. Ve bunu görebilenler, o korkunç tuzağın tehlikelerini daha iyi kavrıyor.
Şiddetin, yozlaşmanın, bayalığın, çürümüşlüğün, sahtekârlığın yüzüne cesaretle bakmayı göze alanların kelimeleri, “kaybolanların” elinden de tutar bazen. Hayatı tüm sarsıntıları ve güzellikleriyle izleyenleri yol ayırımında bekleyen sorular basit: Kitlelerin peşinden sürüklenip toplumsal baskıya boyun eğecek miyim yoksa her şeye rağmen muazzam bir dil ve uygarlık çeşitliliği içersinde buluşan insanlık korosunun değerli bir parçası mı olacağım?
Edebiyat tarihi, bu anlamda hayatın karanlık kuyusundan çekip çıkardıklarını yazı sanatına dönüştürerek “yıkıma” karşı insanı koruyan yazarların mücadelelerini de anlatır. Onları birbirlerinden ayıran hakikati arama çabasında kullandıkları yöntem ve üsluptur.
“Tiksinti” romanı vesilesiyle tanıştığım Horacio Castellanos Moya, o mücadele zincirinin en iddialı halkalarından biri. Henüz bir kitabını okumuş olmama rağmen, muradının “edebiyat yapmaktan” ziyade, edebiyatın imkânları üzerine düşünmek ve muhtemel bir başarısızlığı göze alarak iz bırakma arzusu olduğunu anladım.
Moya’nın 1997’de yazdığı “Tiksinti”, onun dünyada tanınmasını sağlayan romanı. Ailesiyle birlikte El Salvador’a göçen Moya, orada edebiyat eğitimi aldıktan sonra Kanada’ya gitmiş. Ve daha sonra Guatemala, İspanya ve Meksika’da dolaşarak uzun yıllar gazetecilik yapmış. Ünlenmesine yol açan roman aynı zamanda ülkesinde ölüm tehditleri almasına ve El Salvador’u terk etmesine neden olmuş.
Kitabın sonundaki notunda, yazım sürecini ve hikâyesini aktarırken, Tiksinti’yi yazma arzusunu tarif ediyordu:
“San Salvador’u kültürel ve politik olarak yıkıma uğratmayı – tıpkı Bernhard’ın Salzbourg’a yaptığı gibi – hiciv ve parodi, ısırık ve çıngırak zevkiyle gerçekleştirmek istediğim bu kitabın yazımı sırasında, intikamını alan güceniğin muradına ermesine benzer bir duyguyla eğlenmiştim. Ama aralarında sevdiğim kişilerin de olduğu kimilerinden gelen tepkilerin o kadar şiddetli olacağını öngörememiştim.”
Kitabı okuyacak olanlar, bunun bir “eğlenme” arzusundan çok daha büyük bir isyan duygusuyla yazıldığını kolayca anlayacaktır. Moya, her ne kadar tepkilerin şiddetini öngörmediğini söylüyorsa da bu keskin üslubun ve ona eşlik eden cesaretin böyle bir tehlikeyi sezmemesi mümkün değil. Muhtemelen bunun bir kurgu metin olduğu fikrine yaslandığı için rahat davrandı.
Peki uzun bir monolog olan bu kısa roman, olmayan bir ülkenin eleştirisi mi? Elbette değil ama kendisinin de söylediği gibi daha iyi anlaşılması için taammüden abartılmış bir “ısırık ve çıngırak zevki” hatta yerleşik değerleri jilet kesikleriyle paramparça eden “kanlı” bir hesaplaşma.
Tiksinti’yi okuduktan sonra kendisiyle mektuplaşmaya başlayan romancı Roberto Bolano’nun bu kitabı dair söyledikleri içerik hakkında şüphe uyandırabilir ancak mesele biraz daha karmaşık:
“Tiksinti elbette ki sadece bir hesap kapatmadan ya da bir yazarın ahlaki ve politik ortam karşısındaki derin ümitsizliğinin ifadesinden ibaret değil, aynı zamanda bir üslup alıştırması, Castellanos Moya’nın Bernhard’ın kimi eserlerine yönelik parodisi ve insanı gülmekten öldüren bir roman.”
Dünyada ses getiren romanın El Salvador’da “gülmekten öldürme” tanımlamasını hangi anlamda kullandığını bilebilmek için anlatıcının sesini duymalısınız.
Sanat tarihi profesörü Edgardo Vega 18 yıllık sürgünün ardından annesinin cenazesi için Kanada’dan ülkesi El Salvador’a dönmek zorunda kalır. Vaktiyle ülkesinden iğrenerek kaçmıştır. El Salvador’daki tek arkadaşı Moya adlı yazarla bir barda buluşarak ülkede sorunlu gördüğü, nefret ettiği ne varsa kesintisiz bir hakaret bombardımanıyla anlatır.
Senfonik, döngüsel bir ritmi olan, dinleyenin başını döndüren hatta belki de tiksindiren bir anlatı sesi bu. Mide bulandırıcı El Salvador birasından-yemeklerinden halkın zevksizliğine, çürümüş eğitim sisteminden kültürel yozlaşmaya, halkı dolandıran siyasetçilerden askerlerin katliamına, orta sınıf yaşam tarzından rezil gazetecilik anlayışına uzanan epey geniş bir alanda, toplumun hiçbir kesimine merhamet göstermeden tiksintisini en çıplak hâliyle sergiliyor.
Ortak bir hafızanın olmayışına ve bunun yarattığı tahribata itiraz ettiği çığlıklarda kesif bir umutsuzluk hissedilebilir ama bana kalırsa o haykırışın gerisinde yüzleşmesi zor gerçekleri gösterme arzusu da var.
“…Bir şey, değiştirmenin insanları değiştireceğine inanmak için, senin gibi çılgın olmak gerekiyor, dedi Vega. Onbir yıllık iç savaş bile bir şeyi değiştirmeye yaramadı, onbir yıllık katliam ve sonunda geriye kalan aynı zenginler, aynı politikacılar, aynı baş belası halk ve ortama hakim olan aynı embesillik. Hepsi bir halüsinasyon Moya, anla bunu, kendi hesabına düşünen insanlar, kendini bilme ve sanata adamış insanlar olabildiğince çabuk bu ülkeden uzamalılar.”
Yazar Moya da gitmiş ve bu kitabı Meksika’da yazmış ama bir yazarın kendi ülkesine dair eleştirlerini “kurgusal” bir metin aracılığıyla ifade etme inadı gerçekleri görmesine engel değil. Sonunda itiraf etmiş:
“El Salvador Avusturya değil ve en önemli ulasal şair Roque Dalton’un CIA ajanı olma ithamıyla 1975 yılında bizzat kendi yoldaşları tarafından katledildiği bir ülkeden kim vurduya gitmeden uzamak en iyisiydi.”
Moya’nın Bernhard’a selam göndererek yazdığı bu kısa “taklit roman” ve El Salvador solunun iç savaş sırasındaki çürümüşlüğünü anlattığı “Diaspora” belli ki para ve şöhretten ziyade düşman kazandırmış ona. Ama kendi ülkesine, toplumuna cephe almanın bedelini ödemekten kaçınmamış. Aksi takdirde buna benzer gerçekleri “edebi bir meydan okumayla” yazmaya cesaret edemezdi:
“Bu halkın entelektüel ve zihinsel sefaletinin en iyi örneği de zaten gazeteler. Moya, hangi ülkede olduğumuzu anlamak için, o gazeteleri hazırlayanların ve onları satın alanların entelektüel ve zihinsel sefaletini anlayabilmek için, onların okunmak için değil, sayfaları karıştırılmak için hazırlanmış gazeteler olduğunu anlamak için iki sabah gazetesinin sayfalarını karıştırmak yetiyor çünkü bu ülkede kimse okumakla ilgilenmiyor…”
Buna benzer yorumları okurken Türkiye’de böyle bir romanı yayımlayacak cesur bir yayınevinin bulma sorunundan evvel toplumun, kurumların ve muktedirin muhtemel tepkisini de düşündüm. Castallenos Moya büyük bir ihtimalle burada da ölüm tehdidi alıp kaçmak zorunda kalırdı. Bu kadarına bile cesaret edemeyen uluslararası ödüllü yazarların başına gelenler malum.
O coğrafyada yaşamanın bedelini çok iyi bilen ve ülkesini her anlamda eleştirebilen Şilili yazar Roberto Bolano da bu sorunun evrensel boyutuna işaret etmiş:
“Ne yazık ki El Salvador’daki çok az kişi Bernhard okudu ve ondan daha da azının mizah duygusu hâlâ canlı. Vatanla oyun olmaz. Slogan bu ve sadece El Salvador’da değil, aynı zamanda Şili’de, Küba’da, Peru’da ve Meksika’da, hatta Avusturya’da ve Avrupa’nın başka bir ülkesinde ya da bölgesinde de geçerli. Eğer Castellanos Moya, Bosnalı ya da Kosovalı olsa ve bu kitabı orada yazmış ve yayınlamış olsaydı, uçağa binecek zamanı bile bulamazdı. Bu kitabın birçok meziyetinden biri işte bu: Milliyetçiler ona asla tahammül edemiyor. Bir Buster Keaton filmine ve saatli bombaya eşdeğer keskin mizahı, embesillerin hormonal dengesini tehdit ediyor, bu yüzden kitabı okurken frenlenemez bir yazarı şehrin meydanında asmak istiyorlar. Doğrusu, gerçek bir yazar için bundan daha büyük bir onur düşünemiyorum.”
Evet, belki onurlu bir duruş ama bir yazarın edebi kariyerini de epey sıkıntıya sıkacak bir tercih bu. Nitekim hayatını değiştiren roman, kendisiyle aynı kaderi yaşamadı. Kitap, El Salvador’da her yıl basılmaya devam etmiş ve hatta üniversitelerde ders kitabı olarak okutulmuş. Farklı dillere çevrilen bazı ülkelerde, ulusal kültürlerini yerden yere vurarak eleştirmesini isteyen okurlarla karşılaşmış. İki yıl sonra ailesini görmek için ülkesine döndüğünde pek çok arkadaşı, Tiksinti’nin ikinci bölümünü yazması gerektiğini söylemiş. “Politik, kültürel yozlaşma, organize suçlar, çeteler, yaşama verilen değer eskiyi aratıyordu çünkü” diyor.
Bir yazar ülkesindeki politikacıları eleştirdiğinde bu pek yadırganmaz hatta muhalif kimliği sebebiyle saygı uyandırır ama eğer aynı yazar, edebiyat çevresini, akademik hayatı, kültürel atmosferi, askerleri, taksi şöförlerini, yoldaşlarını harcayan komünistleri, polisi de aynı “zehirli” dille hedef alıyorsa toplumun tamamını karşısına almış demektir. Moya’nın farkı anlatısının taraftarlık ruhundan tamamen sıyrılmış olmasında. Dili “tiksintisinin” nesnesine göre değişmiyor. Bu tavrı, edebiyatını ve romanın meselesini de bütünlüklü kılıyor:
“Ülkenin geleceğini ellerinde tutan o şaibeli tipler bende muazzam bir tiksinti uyandırıyor Moya, sağdan ya da soldan olmaları fark etmiyor, aynı derecede kusturucular, aynı derecede yozlaşmışlar, aynı derecede hırsızlar, becerebildikleri kadar çok çalma ihtirasları yüzlerinden okunuyor, gerçekten dikkat edilmesi gereken tipler Moya. Kimden olduğuna bakmadan ellerinden gelenin azamisini yağmalama ihtiraslarını yüzlerinde görmek için televizyonu açman yeterli, daha önce kan ziyafeti çekmiş ve cinayet orjilerine katılmış, şimdiyse kendilerini yağma şenliğine ve çalma orjisine adamış ceketli, kravatlı sahtekârlar, dedi bana Vega.”
Moya bu ve benzeri itirazlarını, dünyada yozlaşmaya eğilimli ülkelere, toplumlara, kurumlara ve esas itibarıyla çöken sistemin kendisine de yöneltiyor sanki. Ülkesinde edebiyatla, tarihle ya da beşeri bilimlerle doğru dürüst ilgilenen kimse olmamasından şikayet eden yazarda, umutsuzluktan ziyade sınırları aşmayı seven bir takıntıyla umuda tutunma arzusu gördüm.
Bolano’nun “O bir felaketzede ama felaketzede gibi yazmıyor” demesi boşuna değil. Sadece suçlarıyla varolan, konuşanların ölümle cezalandırıldığı, politikacıların vatandaşlarını rahatlıkla ölüme gönderdiği, savaş taraftarı cuntacılarla gerillaların üniversiteyi dışkıya dönüştürmek konusunda ittifak yaptığı ülkede yaşayan bir yazarın sesini duyurma çabası gibi okunabilir bu roman.
Moya sonundaki “yazarın notunda” kahramanını sahneye çıkarıyordu:
“Vega, iç savaş ve sonrasında yaşananları unutmayı, görmezden gelmeyi yeğleyen yurttaşlarına alabildiğine gücenmiştir ve bu monolog onun aldığı intikamdır. Bir başka güceniğin, Moya’nın da tabii ki.”
Eğer bu metni bir roman olarak okuyacaksak – ki öyle okunmalı, Moya kahramanı Vega değil elbette. Ülkesindeki iç savaşın neden olduğu çürümeden etkilendiğini ama bunu öfkeli bir “eğlenceye”, kara mizaha dönüştürebildiğini, hatta bundan epey haz aldığını da söylüyor bir bakıma:
“Hayattaki en büyük idealleri çavuş olmak olan insanların arasında nasıl yaşayabildiğini anlamıyorum, nasıl yürüdüklerini gördün mü Moya, hepsi sanki askermiş gibi yürüyor, saçlarını sanki askermiş gibi kestiriyor ve sanki askermiş gibi düşünüyorlar, akla ziyan bir şey Moya, asker olmayı hepsi isterdi, asker olmak hepsini çok mutlu ederdi, tam bir ceza muafiyetiyle öldürebilmek için asker olmak hepsinin çok hoşuna giderdi, hepsi bakışlarında, yürüme biçimlerinde ve konuşma tarzlarında öldürme arzularını yansıtıyor, hepsi öldürebilmek için asker olmak istiyor, bu asker görünme isteği Moya, El Salvadorlu olmak anlamına geliyor.”
Kitabın alt başlığı “Thomas Bernhard San Salvador’da”. Ona öykündüğünü itiraf ederek başlıyordu romana. Yazının başında sözünü ettiğim “vatana sadakatla, insanlığa sadakat” arasındaki tercihini edebiyattan yani o sonsuz zincirin bir halkası olmaktan yana kullanmış Catellenas Moya. İyi ki de öyle yapmış. Aksi takdirde kahramanı Vega’nın dediği gibi “Tarihsel hafızası olmayan, yazılı sözün önemli olmadığı bir kültüre” teslim olacaktı.
Bunun yerine kendi ülkesine, kalabalıkların genel geçer değerlerine cephe alarak, edebiyatı kendi dikenli diline çevirerek evrensel bir yazar olmayı tercih etti. En sonunda “Bu kısa roman ve doğurduğu sonuçlar bir utanç sembolü gibi beni takip ediyor” dese de edebiyat tarihinde ait olduğu yeri bulmuş görünüyor.
Warning: Trying to access array offset on value of type bool in /home/notoskitap/public_html/wp-content/plugins/nm-custom-code/includes/post-social-share.php on line 16
İlgili Yazılar
Beklerken yazma umudunun kitabı: Ağaçların Özel Hayatı
Esra Yalazan, T24, 9 Ağustos 2015 Geçmişe, geleceğe, şimdiki zamanın parçalarınmış ruhuna sıçrayan çok parçalı yapısına rağmen tek bir gecede geçen düşüncelerin romanı ‘Ağaçların Özel Hayatı’, kendini sorgulayan bir yazarın içsesiyle biriken hikayelerin buluştuğu, yazı sanatının sorgulandığı özel bir kitap. İnsanlığın en basit felsefi soruları gündelik hayat pratiklerinin içinde kaybolur; Kimiz, nereden geliyoruz, nereye kadar …
Gidenler ve bulunamayanlar…
Gültekin Emre, Radikal Kitap, 13 Mart 2015 Geri Dön Hayat’ta yirmi bir yazar, intihar etmiş bir yazarın ya da bir şairin son günü ele alınıyor. Burada Öyle Biri Yok’ta ise kaybolanların, yitirilenlerin, izleri sürülenlerin üzerine yazılan yirmi bir öykü bir araya getirilmiş. Yaşarken ölen çok olmuştur. Yaşadıklarımız hangimizi ölümle burun buruna getirmedi? Ölüp ölüp dirilmeyi yaşamayan …
Leonora Carrington’ın yazı dünyası
Emek Erez, Gazete Duvar, 22 Ekim 2020 Leonora Carrington’ın ‘Sırdaş Trompet’ ve ‘Korku Evi-Yedinci At’ adlı iki metni hem yazarın sürrealist kimliğini yansıtması bakımından, hem de türler arası yoldaşlığın bir yansımasını sunması açısından kıymetli metinler. Carrington’ın dünyası, hayatın gerçekliğinden yorgun düşmüş insanlığa büyülü bir kapı açıyor. Meksikalı sürrealist sanatçı Leonora Carrington, hayal gücünün sınırlarını sonuna …
Latin Amerika edebiyatında bir “Sayıklama”
Tuğçe Yılmaz, T24, 6 Kasım 2011 Latin Amerika edebiyatı, yaşanılan ülkenin, üretimleri ne denli etkileyeceğinin bir kanıtı olarak karşımıza çıktı. Sürekli darbelerle ve iç savaşlarla sarsılan ülkelerin, edebiyatı da buna göre şekillendi. Üslup ve anlatım açısından da diğer ülkelerin edebiyatından farklı olan Latin Amerika edebiyatı, özenle Türkçeye çevrilmeye devam ediyor. Eserlerdeki derinliğe ve özgünlüğe karşın, çağdaş …